Advertisement

Türkiye’nin kredi notu 1990’lı yılların hemen başında BBB idi. Bugün BB’den BBB düzeyine yükselmekte zorlanıyoruz. Halbuki, 20 yıl önce Türkiye’de enflasyon yüzde 50’nin üzerinde, kamu açıklarının milli gelire oranı yüzde 10’a dayanmıştı. Hemen yanı başımızda Körfez krizi çıkmış, dış piyasalar Türkiye’ye kapanmıştı.

Dış finansman ihtiyacı çeşitli ülkelerden sağlanan 4 milyar doların üzerindeki hibeler yoluyla sağlanabilmişti. Bugün Türkiye ekonomisi 20 yıl öncesine göre karşılaştırılamayacak kadar daha iyi ve çok daha güçlü. Enflasyon tek hanede. Avrupa’da neredeyse hiçbir ülke başaramazken, Türkiye’de bugün kamu açıklarının milli gelire oranı Avrupa Birliği’nin üye ülkeler için tespit ettiği hedefin altında. Cari açığımız 20 yıl öncesine göre daha yüksek. Ama kredi notumuzu 20 yıl öncesi düzeyine getirmekte zorlanmamızı yalnızca cari işlemler açığına bağlamak çok doğru bir yaklaşım değil.

YAPTIKLARIMIZ ARTIK YAPACAKLARIMIZIN TEMİNATI DEĞİL
1980’li yıllarda Türkiye ekonomisi çok ciddi bir reform sürecinden geçti. 1980’den başlayarak kambiyo rejimi giderek serbestleştirildi. 1989 yılında uluslararası sermaye hareketleri tamamen serbest bırakıldı. IMF Sözleşmesi’nin 8. Maddesi çerçevesinde Türk Lirası konvertibl ilan edildi. Faizler önce serbest bırakıldı. Başarılamadı. Çeşitli safhalardan geçtikten sonra mevduat faizlerinin belirlenmesi bankalara bırakıldı. Hazine 1985 yılından başlayarak piyasadan ihale yoluyla borçlanmaya başladı. Hazine’nin borçlanma maliyeti piyasa şartlarına göre şekillendi. 1986 yılında bankalararası para piyasası işlemeye başladı. Dış ticaret rejimi serbestleştirildi. İthalat rejiminde pozitif listeden negatif listeye geçildi. Nelerin ithal edilebileceğine değil, nelerin ithal edilemeyeceğine devlet karar vermeye başladı. Katma değer vergisi uygulaması başladı.

Bütçe hazırlama tekniği değişti. Türkiye reform çabalarında diğer gelişmekte olan ülkelerin oldukça önündeydi. Dünya Bankası’ndan 1. Finansal Sektör Uyum Programı çerçevesinde 200 milyon dolar borç alındı. Yanında Japon bankaları Dünya Bankası’nın verdiği kadar borç verdi. Anlaşmanın şartları zaten yerine getirilmişti. Türkiye ek yeni bir şey yapmadan 400 milyon dolar kullanabilmişti.

2. Finansal Sektör Uyum Programı çerçevesinde Dünya Bankası’ndan alınan 400 milyon dolar borcun (yanında 400 milyon dolar da Japon bankalarından alındı) şartları, biri hariç, birkaç ay içinde tamamlanmıştı. Ziraat Bankası’nın verdiği tarım kredilerinin faizi piyasa faizi düzeyine yükseltilmediği için alınan borcun 100 milyon dolarını geri vermek zorunda kalmıştık. 1984 ile 1989 yılları arasında yapılan tüm reformlar başkalarının zorlamasıyla değil, Türkiye’nin kendi iradesiyle gündeme geldi ve uygulamaya kondu. IMF ile yapılan stand-by düzenlemesi 1985 yılında zaten başarıyla tamamlanmıştı. 1980’li yılların sonuna gelindiğinde, her şey iyiydi, ama enflasyon yüksek, kamu finansman açıkları önlenemiyordu. Ekonominin kötü yönlerini düzeltmeye yönelik hikâyeler anlatılıyordu. Bütün bu reformları kendi iradesiyle yapan bir ülkenin anlattığı hikâyelere de inanılıyordu. “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır“ sloganı çalışıyordu. Bu anlayışla Türkiye, S&P’den BBB notu almıştı.

HAK ETTİK AMA ZORLANIYORUZ
Anlatılan hikâyeler boşa çıktı. Türkiye ekonomisi kendi iradesiyle 1994 krizini çıkardı. Hikâyelerin yalan olduğu anlaşıldı. Reformları ilerletmeyi bırakın, reformlardan dönme söz konusuydu. Kriz paniği içinde mevduat sigortasının sınırsız hale getirilmesi ve bunun sonuçları 2001 krizinin de tohumlarını ekti. Türkiye, kamu maliyesi, bankacılığın denetim ve düzenlenmesi ile Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konularında hiçbir şey yapmadı. Kafayı duvara vurunca bu konular 2001 krizinde mecburen gündeme geldi. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar“ ya da “Yalancının evi yanmış, kimse inanmamış“ derler. Türkiye de bu deyişler paralelinde, belki de hak etmediği bir kredi notuna sahipken, o notu kaybetti, şimdi hak ettiği halde, o nota gelmekte zorlanıyor.