Advertisement
Avrupa ekonomileri iki farklı soruna çözüm arayışı içinde. Çözümler kısa dönemde Avrupa Merkez Bankası'nın (ECB) üzerine yıkılmış görünüyor. Birincisi, bazı Avrupa ülkelerinin çok borçluluğu nedeniyle krize girip piyasalardan borçlanamaması. Bu sorunu aşabilmek için kabul edilebilir bir ekonomik programı uygulamaya koydukları takdirde ECB bu ülkelerin tahvillerini almayı taahhüt etti. İkinci sorun Avrupa bankalarının sermaye eksiği ve likidite sıkışıklığı. Bu sorunu aşmak için de ECB bankalara yıllık yüzde 1 faizle üç yıla kadar vadede 1 trilyon Euro civarında borç verdi.
Bütün bu girişimlerden ECB'nin amacı; borçlanamayan ülkeleri piyasadan borçlanabilir hale sokmaktı; sermayesi kıt, likidite sıkışıklığı içindeki bankaları rahatlatıp yeniden kredi vermelerini teşvik etmekti. Bugüne kadar ECB açıkladığı program dahilinde hiçbir ülkenin tahvilini almadı, çünkü yeni hiçbir ülke borçlarını makul düzeye düşürecek bir ekonomik program yapıp ECB'ye başvurmadı. Bankalar ECB'den aldıkları paralarla getirisi göreli olarak yüksek çeşitli ülkelerin tahvillerini aldılar. Bu tahviller bilançolarında risksiz olarak kabul edildiğinden, bilançolarını büyütürken ek sermaye ihtiyacı içine girmediler. Daha da önemlisi, ECB, bu bankalara kolay kâr etme olanağı sağlayarak sermayelerini kâr yoluyla güçlendirmelerini sağladı. Amaçlanan, bankaların reel sektöre kredileri açması olgusu hayata geçmedi.

BİZ BİLMEMEZLİKTEN GELİYORDUK

Devlete kredi vermek risksiz bir bankacılık mıdır? İlk bakışta öyle görünür. 1980'li yılların ikinci yarısı ile 1990'lı yıllarda Türkiye de bu olguyu yaşadı. O dönemde bankalarımızın doğru dürüst sermayesi yoktu. Buldukları kaynakların büyük bölümünü Hazine tahvillerine yatırarak yüksek kârlar elde ediyormuş gibi göründüler. Olmayan sermaye yapılarını güçlendirmeye çalıştılar. 2000 yılının sonuna geldiğimizde, Hazine bonosu faizlerindeki artışlarla elde edilen kârların hepsi eridi. 2001 yılı başında döviz kurlarının fırlamasıyla da bu tarihe kadar bir diğer kâr kaynağı olan dövizde açık pozisyon ellerinde patladı. Hepten sermayesiz kaldılar. Türkiye'de bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması bankalar sermayelerinin neredeyse tümünü yitirdikten sonra başladı.
Benzer bir durum şimdi Avrupa'da yaşanıyor. Geçmişte aynı Türkiye'de olduğu gibi, Avrupa'da da şimdi Merkez Bankası sermayesi kıt bankacılık sistemini devlet tahvillerine iterek bankaları yüzdürmeye çalışıyor. Avrupa'nın bizden farkı, bankacılık sektörünün sermaye sıkıntısı içinde olduğunu biliyor. Biz de biliyorduk, ama böyle bir sorun yokmuş gibi davranıyorduk. Soruna sırtımızı dönmek işimize geliyordu. ECB bankacılık sektörünün gözetim ve denetimini üzerine alarak aslında sorunu kökten çözme niyetinde. Bilinmeyen, bankalara sermayeyi kimin koyacağı. Borç vererek bankaları devlet tahvillerine yatırım yapmaya teşvik etmenin bir çözüm olmadığının farkındalar. Farkındalığı kamuoyu ile paylaşan Almanya Merkez Bankası (Bundesbank) Başkanı Jens Weidmann oldu. Kendisi aynı zamanda ECB'nin yönetim kurulu üyesidir.

BUNDESBANK

Bundesbank Başkanı, Financial Times Gazetesi'nde yayınladığı bir makalede bankaların devlet tahvillerine yatırım yapmasının özendirilmemesi gerektiğini açık bir biçimde dile getirdi. Otoritelerin devlet tahvillerini risksiz olarak sınıflandırmasının yanlış olduğunu vurguladı. Bankacılık sisteminde devlet tahvilleri kayırılmazsa borçlanma maliyetinin artacağından korkulup iki yanlışın bir arada yapıldığının altını çizdi.
Weidmann'ın yazdıklarının hepsi doğru. Ama, doğruların bir merkez bankası başkanı tarafından dile getirilmesi insana "Pişmiş aşa böyle su katılır" dedirtiyor. Bundesbank'ı diğer bütün merkez bankalarından ayıran özellik de galiba bu. Almanlar enflasyon düşmanıdır. O nedenle de her zaman doğruları söyleyen Bundesbank, Almanların en fazla sahip çıktığı kamu kurumudur.