Advertisement

Dünkü yazımda tüm dünya enflasyon tehdidi ile mücadele etmeye çalışırken Türkiye'de
enflasyonun tarihin en düşük düzeylerine gelmesinin açıklamaya ihtiyacı olduğunu vurgulamıştım. Devam ediyorum.
Düşük ve düşen enflasyonun en akla yatan açıklaması ekonomideki gerçekleşen üretimle potansiyel üretim düzeyi arazındaki farkın (çıktı açığı) oldukça fazla olması olabilir. IMF'ye göre, Türkiye'de çıktı açığı kapandı, hatta çıktı fazlası dahi söz konusu olabilir. Yani, gerçekleşen üretim, potansiyel üretim düzeyi civarında. Bu yargı doğru mu?

ÇIKTI AÇIĞI VAR MI?
IMF'nin bu yargısının çok doğru olamayabileceği konusunda çeşitli göstergeler var. Örneğin, ekonomi 2010 yılında hızla büyüyüp milli gelir kriz öncesinde geldiği düzeyi aştığı halde imalat sanayiinde kapasite kullanımı hâlâ kriz öncesi düzeyin oldukça altında. Kapasite kullanım oranı 2008 yılının ağustos ayında yüzde 80 idi, bu yılın mart ayında yüzde 73 oldu. Aynı olgu istihdam verilerinde de gözleniyor. İşsizlik oranı da kriz öncesi düzeyin 1 puan kadar üzerinde. 2008 yılının başında Türkiye'de 2.6 milyon işsiz insan vardı. Bu yılın başında işsiz sayısı 3 milyonu geçti.
2010 yılındaki ekonomik büyüme ve onun bu yılki devamı iç talep kaynaklı. İç talep artışının en önemli kaynağı ise yatırım harcamalarının artması. Artan yatırım harcamaları bir yandan üretimdeki verimliliği artırma yönünde işlev görürken, diğer yandan üretim kapasitesini de artırıyor. Dolayısıyla, krizden bu yana ekonomi hızla büyüdü, ama üretim kapasitesi (potansiyel üretim düzeyi) de arttı. Belki, potansiyel üretim düzeyindeki artış gerçekleşen üretimden daha hızlı arttı. Türkiye ekonomisi hâlâ potansiyel üretim düzeyinin oldukça altında üretim yapıyor olabilir. Krizden çıkmış olmak çıktı açığını daraltmamış ya da çok az daraltmış olabilir.
Böyle bir durum şirketlerin fiyatlama davranışına yön verecektir. Şirketlerin fiyatlandırma davranışlarını yakından izleyen meslektaşlarımın aktardıklarına göre, geçen dönemde maliyetlerinin artması yoluyla kâr marjları düştüğü halde, şirketler fiyatları artırarak mallarına olan talebi olumsuz etkilemek istemiyorlar. Düşük kâr marjı ile daha yüksek hacim yaparak kâr hedeflerine ulaşabiliyorlar. Kısacası, artan talep karşısında fiyatlarını artırmayarak mallarına olan talep artışının devamını arzuluyorlar. Bu yaklaşım ekonomideki çıktı açığının yüksek olduğu bir durumda anlamlı olur.
Talep düşüp de eski hacimler yapılamadığında, şirketler eski kâr marjlarına gelebilmek için fiyatlarını artırabileceklerini düşünüyor olabilirler. Gerçekten hacim düştüğünde, şirketlerin böyle bir olanağı olmayacak. Çünkü, o dönemde yapılacak fiyat artışları düşen talebin hızlanarak düşmesini gündeme getirebilir. Kâr marjını korumaya yönelik fiyat ayarlamaları zararlara neden olabilir.

TEK BAŞINA OLUR MU?
Fiyat artışına gitmeden iç talep artışının kesintisiz devamı isteniyorsa, üretim artışı için bol atıl kapasitenin olması gerekir. Anlaşılan atıl kapasite var. Bazı sektörlerde atıl kapasite oldukça da fazla olabilir. Bu durumda iç talep genişlemesinin enflasyon yaratma riski oldukça düşük olacak. Ekonominin hızlı büyümesinin önünde tek engel artan dış açıklar oluyor. Dış açıkları yurtdışı borçlanmalarla finanse edebildiğimiz sürece enflasyonu çok fazla dert etmeden ekonomik büyümenin devam edebileceği sonucuna ulaşıyoruz.
Merkez Bankası'nın, enflasyon kaygısı olmadığı halde, iç talep artışını dış açık yarattığı gerekçesiyle dizginlemeye çalışması çıktı açığının daraltılmasını geciktirebilir. Merkez Bankası'nın gerçekten bunu tek başına becerip beceremeyeceği ise bir başka konu.