Advertisement

Piyasalar geçtiğimiz hafta nihayet Papandreu ve Barlusconi'yi koltuklarından ettiler. Her ikisi de güçlü bir itkiyle piyasalar tarafından istifaya zorlanmışlardı.
Yerlerine ise, yine piyasaların istediği teknokratların getirilmesine başlandı.
Demokratik sistemde, yönetime gelen ve halkın çoğunluğunu temsil eden bu kişilerin piyasaların baskıları sonucu görevlerini bırakmalarını, değişen dünya koşullarının bir yansıması olarak görmek gerekiyor kanısındayım.
Küreselleşmenin hızına demokrasilerin ayak uyduramamaları ve yönetenlerin halka yaranmak için ekonomik disiplinden vazgeçmeleri kendi sonlarını da beraberinde getiriyor.
Demokratik rejimlerin hâlâ klasik anlayışla ve seçmenleri tatmin etme yaklaşımıyla sürdürülmek istenmesi sorunlar doğuruyor.
Halkın refahının artırılması ve yaşam standardının yükseltilmesiyle ilgileniliyor. Bunun nasıl ve hangi yöntemlerle yapılacağıyla pek meşgul olunmuyor. Önemli olan halkın isteklerinin gerçekleşmesi.
Kaynakları bu istekleri karşılamaya yetmeyen ülkelerin tek seçeneği kalıyor. Borçlanmak. Kısa dönemde borçlanarak yaratılan refah ve seçmeni tatmin duyguları, orta ve uzun dönemde hem kendilerine hem de halka hayli pahalıya mal oluyor.
Buna karşın küreselleşmenin derinleşmesinde öncülük eden ve parayı da elinde tutan finans piyasaları açacakları krediler ya da yenileyecekleri borçlar için iki noktayı olmazsa olmaz koşul olarak ileri sürüyorlar. Birincisi kredibilitesi yüksek kişilerin bu ülkeleri yönetiyor olması, ikincisi ise verdikleri paraların geri alınmasının sağlanması.

DEĞİŞEN DEMOKRASİ TANIMI
Oyunun bu kurala göre oynandığı dünyamızda demokrasinin tanımının da değişmesi ya da mevcut tanımlarına eklentiler yapılması gerekiyor.
Demokrasiyi halkın iradesi şeklinde ele alan basit tanım piyasalar karşısında bir anlam ifade etmiyor. Piyasalar sadece böyle bir tanımla yola çıkan yönetimleri artık istemiyorlar. Ayağını yorgana göre uzatan ve aldıkları borçları kendilerine geri ödeyecek, sorumluluk sahibi kişileri iş başında görmek istiyorlar.
"Parası olanın gücü de olur" deyişi uluslararası finans piyasalarında artık geçerli bir kural haline dönüşüyor. Klasik demokratik anlayışı bir kenara itiyor.

***

2001 krizi ile farklar

Türkiye'nin yaşadığı 2001 krizi ile Yunanistan ve İtalya'nın içinden geçmekte olduğu güç durumun yönetim değişikliğine etkisi kuşkusuz bazı benzerlikler taşıyor.
Ancak ayrılan önemli bir noktası var.
2001 krizi öncesi Türkiye'de hükümetin alınacak önlemler konusunda politik iradesi vardı. Bunlar tartışıldı ve yapılması gerekenler 2000 ve 2001 yılları başlarında IMF stand-by anlaşmasının ekindeki niyet mektuplarına konuldu. Merkez Bankası'nın bağımsızlığı, Telekom'un özelleştirilmesi, kimi bağımsız kurumların kurulması bunların bazı örnekleriydi.
Ne var ki hükümet bunların birçoğunu uygulamadı. 2001 yılı başında alınması gereken 43 önlemden sadece biri yerine getirilmişti.
Yunanistan ve İtalya'da ise hükümetler alınması gereken önlemler konusunda karar almakta güçlük çektiler. Politik amaçlarına aykırı ve kendilerine oy kaybettirecek önlemleri sahiplenmediler.
Bizim sorunumuz söz verip yapamamaktı. Onlar ise söz vermekte zorlandılar.
Sonunda her iki yaklaşım da piyasalara güven kaybettirdi. Güveni sağlayacak kişiler iş başına gelince rahatladılar.