Advertisement

Atlantik’in iki yakasında da ortak ekonomik sorun, istihdamı çoğaltmak. 2009 krizinin izlerini silebilmek için olabildiğince hızlı bir şekilde iş olanağı yaratmak zorundalar. Aslında sorun biraz eskiye dayanıyor. Uluslararası şirketler, 1990’lı yılların başından itibaren fabrikalarını Çin, Hindistan ve diğer gelişen ekonomilere taşıdılar. Amaçladıkları şey, özellikle girdi ve işçilik maliyetlerini düşürmekti. Böylelikle ürünleri ucuzladı, gelirleri büyüdü, Borsada hisselerinin getirisi yükseldi. Ancak bu göç, iş alanlarının daralmasına neden oldu. Tarım sektörü, çoktan emek yoğun üretim biçimini terk etmişti. Sanayi üretimi de azalınca, bütün yük hizmetler sektörünün üzerine bindi.

HİZMETLER SEKTÖRÜ YETERSİZ KALDI
Hizmet sektörü deyince; otel, lokanta, bankacılık, danışmanlık, muhasebecilik, eğitim, sağlık vb. alanlar akla gelir. Bu alandaki ürünler insanların yaşadığı yerlerde üretilmek zorunda. İthal edilemiyor. Çinli doktor veya avukat, Almanya’daki müşteriye Çin’den hizmet sunamıyor.
Artık hizmetler sektörü de artan iş talebini karşılamaya yetmiyor. Amerika bu sorunu, son kriz öncesine kadar, inşaat sektörünü öne çıkararak çözmeye çalıştı. FED’in bol kepçe dağıttığı paralarla ucuz kredi veren bankalar sayesinde, inşaatçılar altın yıllarını yaşadı. Krizle beraber gayrimenkul fiyatları hızla düşmeye başlayınca, inşaatlar durdu, işsizlik patladı.
Öte yandan gelişmiş ekonomilerde nüfusun demografik yapısı da sorunlu. Özellikle Avrupa ve Japonya’da nüfus hızla yaşlanıyor. Emeklilik sistemlerinin beklenen gelirleri sağlayamaması nedeniyle de, yaşlılar daha uzun çalışmaya mecbur kaldılar. İşten ayrılamadılar. Sonunda gençler iş bulamaz oldular. İşsizlik büyüdü.

İşsizliğin azalması büyümeye, büyüme de canlandırıcı kamusal harcama ve gelir politikalarına bağlı. Bu nedenle, gelecek dönemi belirleyecek olan maliye politikaları ve ona bağlı yapısal reformlar olacak. Para politikalarıyla sadece zaman kazanılıyor. Çünkü ABD ve Avrupa’da Fransa başta olmak üzere bir ülke seçim sürecine girdiği için, kalıcı reformları hayata geçiremiyorlar. Siyasi karar alıcılar geniş seçmen kitlelerinin kararlarını olumsuz etkileyecek değişiklikler konusunda oldukça isteksizler.
Ancak son krizde özel sektörün bilançolarındaki kötü aktifleri önce merkez bankalarına, sonra kamuya taşıyan ülkelerin devlet borçları sorun oldu. Ne yazık ki, sorunun çözümü seçmenleri üzecek kararların alınmasına bağlı.
Bunların farkında olan Batılı siyasilerin isteksizliklerinin nedenleri birbirinden faklı.
Avrupa, sosyal devleti esas alan politikalar uyguluyor. İnsanların refahtan daha çok pay alabilmeleri, gelir dağılımının daha eşit olabilmesi için sosyal politikalara önem veriyor. Dolayısıyla kamu harcamaları diğer ülkelere oranla daha fazla. Bu nedenle kamu borç sorunlarının çözümü ağırlıklı olarak sosyal harcamaların kısılmasından geçiyor.
Okyanusun öte yakasında ise durum faklı. ABD’de sosyal harcamalar aşırı değil. Bu nedenle uzun vadeli kalıcı çözüm, vergi politikalarına yönelik reformlardan geçiyor. Ülkenin en zengin yüzde 1’i, milli gelirin yarısından fazlasını elde etmesine rağmen, göreli olarak daha az vergi ödüyor. Bu nedenle, “Biz yüzde 99’uz” diye yola çıkanlar, kalan yüzde 1’den daha fazla vergi alınmasını ve sosyal harcamaların artırılmasını istiyorlar. Kısacası, kamunun harcama kısıcı önlemlerini kabul etmiyorlar. Unutmayalım ki, kasım ayında yapılacak başkanlık seçiminde “Biz yüzde 99’uz” diyenlerin oyu önemli, nicelik olarak ötekilerden daha fazla.
Özetle, “Batı Yakası”nda kısa vadede çözüm zor görünüyor.