Advertisement

1970'li yıllarda, sanayileşmiş ülkelerde reel sektör şirketlerinin kârlılıkları düştü. Şirketler maliyetleri düşürmek için ücret artışlarını sınırladılar. Özellikle 1990'dan sonra milyarlarca ucuz emek dünya işgücü piyasasına çıkınca, emeğiyle geçinenler refahtan daha az pay almaya başladılar.
Neoliberal piyasa iktisatçıları bu gelişmeyi Borsaya açık şirketler açısından olumlu değerlendirdi. Ancak az gelir, az harcama sonucunu yaratınca ekonomilerin büyüme kaynaklarından en önemlisi olan tüketim azaldı. Büyüme oranları düştü. Özellikle gençler arasında işsizlik arttı, kamunun gelirleri düştü, buna karşılık harcamaları ve borçları çoğaldı.
Büyümeye tekrar ivme kazandırabilmek için hanehalkı, bir yandan hisse senedi piyasalarına yönlendirilirken diğer yandan ucuz kredilerle borçlanma teşvik edildi. Merkez bankaları hem kamunun hem de insanların ucuz borçlanmasını sağlayabilmek için ultra düşük faiz politikasıyla bol para verdiler. Diğer bir deyimle insanlar daha çok tüketebilmek için daha fazla borç kullanmaya yönlendirildi.
Bizim gibi yükselen piyasa ekonomilerinde kronik yurtiçi tasarruf yetersizliği sorunu nedeniyle, sanayileşmiş ülkelerde merkez bankalarının oynadığı rolü dışarıdan sağlanan dövizli ucuz borçlar oynadı. Bankalar dışarıdan getirdikleri dövizi yerel paraya çevirip kredi verdiler.

ŞİMDİ BORÇLARI GERİ ÖDEME ZAMANI

Bu gelişme son on yılda yaşadıklarımıza çok uyuyor.
2001 krizinden sonra 32 milyar lira olan yurtiçi kredilerin toplamı bugün 820 milyar lirayı geçti. Değişim çok hızlı. Tüketici kredileri 99 kat; kredi kartları 18 kat büyümüş.
Görüldüğü gibi en büyük artış tüketici kredilerinde. Değişimin en fazla olduğu yıllar 2003-2005 arası. Yıllık değişim yüzde 100'ün çok üstünde. 2009 ve sonrasında değişim ivme kaybetmiş. Yüzde onlu seviyelere düşmüş. Tüketici kredilerinin hızlı artışının önemli nedenlerinden birisi konut ve otomotiv kredileri. Özellikle hızlı artışların olduğu yıllarda, 2001 krizi nedeniyle ertelenen harcamalar ve hızla düşen faizler kredi kullanımlarını tetiklemiş. Şehirde yaşayan insanların yüksek kiradan korunmak için konut edinmesi çok anlaşılabilir bir davranış.
Yurtiçi kredilerin dağılımı da yıllar itibarıyla değişmiş. Kriz yılında toplamın yüzde 85'i ticari kredi, yüzde 7'si tüketici kredileriymiş. 2013 yılı temmuzunda ticari krediler yüzde 65'e düşerken tüketici kredileri toplamın yüzde 26'sını geçmiş.
Hızlı artışın nedenleri arasında sosyal ve ekonomik birçok şey sıralanabilir. Bunlardan bazıları şehirleşme, tüketim alışkanlıklarının değişimi, düşük ücretler, artan nüfus... Örneğin şehirde çok çocuklu ailede harcama baskısı büyürken, babanın düzenli gelir getirici bir işte çalışmasının sonucu borçlanma baskısı da büyüyor. Kadınları çalıştırmak istemeyen, çocuklarını okutmak isteyen aileler önce kredi kartıyla borçlanıyorlar. Borçlar artınca sadece minimum miktarını ödeyebiliyorlar. Borç birikmeye başlıyor. Ödenemez olunca devreye tüketici kredisi giriyor.
Ancak artık o da çözüm değil. Borçların geri ödenme zamanı geldi. Gelirleri büyümeyen dar ve sabit gelirli aileleri, borç taksitleri büyük sorunlarla karşı karşıya bırakıyor. Bir yanda çok cüzi gelir artışlarış, diğer yanda artan hayat pahalılığı ve kredi taksitleri aile bütçesinin günlük ihtiyaçlara ayrılabilecek kısmını küçültüyor. Refahtan daha az pay alabiliyorlar. Reel olarak fakirleşiyorlar.
Bu nedenle, Amerika'da bile akademisyenler yeniden refah ekonomisi, paylaşım konularında çalışmaya başladılar. Umarım konu, bizim üniversitelerde de ilgi görür.