Advertisement

Önceki iki yazımızda Borsa İstanbul'un şirketleşmesi çerçevesinde mülkiyetinin kime ait olduğunu tartışmaya başlamıştık. Kesin olan husus, borsanın mülkiyetinin devlete ait olmadığıdır. Devlete ait olmadığına göre önümüzde iki ihtimal kalıyor. Bir, borsanın mülkiyeti kimseye ait değildir, iki borsanın mülkiyeti üyeleri olan banka ve aracı kurumlara aittir.
Eski SPK Başkanı Ali İhsan Karacan, borsanın şirketleşmesi konusunda yazdığı birden fazla yazıda borsanın mülkiyetinin üyeleri olan banka ve aracı kurumlara değil, bizzat kendisine ait olduğu görüşünü savunmuştu. Özellikle ABD'de yıllardır halka açık şirketler için yapılan tartışmanın İMKB özelinde çok uygun olduğunu ileri sürüyordu. Bazı yargı kararlarına da yansıyan bu görüşe göre, halka açık şirketin sahibi, onun hisse sahipleri değildir. Hisse sahibi ile şirket arasında bir ortaklık sözleşmesi vardır ama bu sözleşmesel ilişki şirkete sahip olunduğunu göstermez. Bir halka açık şirketin çok sayıda sözleşmesel ilişkisi vardır ve şirketle ilgili çok sayıda kesim vardır. Bir halka açık şirketin sahibi kendisidir.
Bu analizi İMKB'ye uyguladığımızda benzer bir tablo görmek mümkün. Bugüne kadar ne devlet ne de üyeleri İMKB'nin sahibi olamadılar, olmadılar. İMKB adeta kendisinin sahibiydi. Fakat böyle bir yapı kurumsallaşmış, kuralları yerleşmiş, çıkar ve menfaatleri her türlü çıkar grubu arasında dengeleyebilmiş bir sistemde mümkün olabilirdi. Bu yapı İMKB'de işe yaramamış ve İMKB adeta bürokratlarının sahipliği altında çalışabilmiştir. Yönetim kadrolarının adeta sahiplik fonksiyonunu üstlendiği bu sistem iyi sonuç vermemiştir. Borsa hantallaşmış, yenilik üretememiş, risk alamadan günü idare eder hale gelmiştir. Bugünden sonra da böyle bir sistemin muhafazası aynı sonucu verecektir. Öte yandan, Türk hukukunda vakıflar ve dernekler için söylenebilecek bir sistem olan bu yapı, ana iştigal konusu pazar kurup çalıştırmak olan, ticari olmasa da bir işletme için mümkün değildir.
Tartışmasız bir şekilde Borsa İstanbul'un sahibi, üyeleri olan banka ve aracı kurumlardır. Temel düzenlemelerin vesayet makamı SPK tarafından yapılması ve/veya onaylanması dışında, borsaya başından itibaren para koyan (ki ilk konulan giriş aidatları borsanın sermayesidir), borsada iş yapan, yerli-yabancı müşteri/yatırımcı getiren, bu kadar yüksek işlem hacimleri yapan, borsanın servet sahibi olmasını sağlayan banka ve aracı kurumlardır.
Her ne kadar borsanın yönetimi ağırlıklı olarak borsa bürokratlarınca sağlanmış olsa da, genel kurulu onlar oluşturmuş, 5 kişilik yönetim kurulunun 4'ünü seçmiş, denetleme kurulunu, uyuşmazlık, disiplin komitelerini hep banka ve aracı kurumlar oluşurmuş ve seçmiştir. Bu kadar açık ve net bir durumda, borsanın üyeleri olan banka ve aracı kurumlar hiç dikkate alınmamakta ve siz ortak değil, üyesiniz denmektedir. Devlet kamusal gücüyle "Borsa benimdir" demiştir ama bu kararın hukuka uygunluğunun yargısal süreçte sorgulanması mümkündür. Gerçi banka ve aracı kurumların dava açmaya cesaret gösterebilmelerinin de beklenmediğini belirtelim.
Geldiğimiz noktada, Borsa İstanbul'un Hazine mülkiyeti altına girmesi kesin gibi gözüküyor. Muhtemeldir ki, gayrimenkullerinin ayrılması söz konusu olacaktır. Belki de gayrimenkullerinden oluşan bir gayrimenkul yatırım ortaklığı kurulacaktır. Öte yandan, borsanın pazaryeri olarak işletilmesi, kurulacak şirket altında devlet ağırlıklı sermaye ve yönetim yapısıyla sürecektir. Mal varlığı olarak sıfıra yakın bir bilançoya sahip olacak şirkette, yüzde 3-5 arasında banka ve aracı kurumlara pay verilecek ve ağızlarına bir parmak bal sürülecektir. Banka ve aracı kurumlara hisse verilir mi bilmiyoruz ama büyük ihtimalle yönetimde temsil hakkı verilecektir. Onlarda bu şekilde tatmin olacaklardır.
Sonuç itibarıyla, borsanın şirketleşmesi ve özelleşmesinin yatırımcıya ne faydası olacak derseniz, sadece işlem maliyetlerinin artacağını söylememiz gerekecek.