Advertisement

Gün gelecek, Türk ekonomisi de, dünyanın saygın ve önde gelen ekonomilerinden birisi olarak, milli geliri büyümeye devam ederken yapabileceği en yüksek ihracat hacmini yakalayarak ürettiği mal ve hizmetin daha büyük bir bölümünü kendi halkına tükettirmeye başlayacak. Çin’i dikkate alalım. Çin şu anda yıllık GSYH’sının üçte birini ihraç ediyor. Çin yakın gelecekte, 6 trilyon dolardan önce 10, 2020’de 12, 2025’te ise 15-16 trilyon dolarlık bir büyüklüğe ulaşacak. “Çin, ihracat hacminin aynı oranı devam ettirmesi halinde, 2020’de 4, 2025’te ise 5 trilyon dolarlık bir ihracat yapabilecek mi?” diye sorguladığımızda, mümkün gözükmüyor. Uzmanlar, Çin’in yakın gelecekte, ihracat hacmi olarak 3 trilyon dolara ulaştığında, artık dünya ekonomisinin bu hacimden daha fazla bir Çin malını kaldıramayacağını vurguluyor. O halde, Çin, 2018’den itibaren, kademe kademe, ihracat odaklı büyüyen bir ekonomi olmaktan iç talebe dayalı bir büyümeye dönecek. Çin’in iç talebe dayalı yeni bir büyüme modeline yönelmesi adına, elindeki en önemli kozlardan birisi ciddi miktardaki yurtiçi tasarruflar. Yani, Çin önümüzdeki dönemde, ekonomisini ve iç talebi besleyecek bir tasarruf becerisine fazlasıyla sahip. Yıllarca sağladığı cari fazla kendisine bu imkânı verdi.

İÇ TALEBE DAYALI BÜYÜME ARAYIŞI, BORÇLARI SIÇRATTI

Türk ekonomisi ise, yakın gelecek açısından önemli fırsatlara işaret etse de, önemli başarılara yönelik ipuçları verse de, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e en önemli “yumuşak karın”larımızından birisinin tasarruf yetersizliği olduğunu görmek zorundayız. Türk ekonomisinin bireysel ve kurumsal aktörleri, Türkiye’nin kalkınması için, büyümesi için gerekli olan yerli kaynağı, özkaynağı 100 yıldır oluşturmakta zorlanıyor. Bunun temel nedenlerinden birisi, Türkiye’nin yüksek katma değer üretmekte ve uluslararası düzeyde marka sahibi olmakta çok geç kalmış olması. Güney Kore ve Çin gibi ekonomiler dahi, Türk ekonomisine bu alanda 15-20 yıl fark atmış durumdalar. Söz konusu ülkelerle aramızdaki farkı nasıl kapatacağımızı bir-iki yıl öncesine kadar tartışmadık dahi. Üstüne, “dalgalı kur rejimi”ne olması gereken süreden erken geçtiğimiz için, TL’deki aşırı değerlenme, ister iç piyasa odaklı, ister ihracat odaklı üretim olsun, Türkiye’nin ithal hammadde ve yatırım malı bağımlılığını yoğunlaştırdı. TL’deki aşırı değerlenmeyle tüketim malı ithalatında da ciddi sıçrama oldu. Türkiye’nin ithalata bağımlılığı, 2010 ve 2011’de iç talebe dayalı büyümeyle birleşince, rekor cari açıkla da karşılaştık. Bu tablo, Türkiye için iç talebe dayalı büyümenin erken olduğunu ve riskli olduğunu teyit etti. Çünkü aşırı yüksek cari açığı, özel sektörün ciddi tempoda artış gösteren borçlanmasıyla finanse ettik. Ekonomi yönetimi ve TCMB mevcut tabloya bakıp Türkiye’nin “ciddi” ölçüde finansal istikrar riskine sürüklendiğini gördü ve tedbir aldı.

BÜYÜME BORÇLANMAYA BAĞIMLI OLMAMALI

Türkiye 2023’e doğru reel olarak yüzde 6 büyümek zorunda. Ancak bu hedefi yüksek cari açık vermeden, böyle bir yüksek cari açığı ciddi boyutlarda bir özel sektör ve kamu borçlanmasıyla finanse etmeden gerçekleştirmek zorundayız. TL’nin değerini gözden geçirmek zorundayız. Merkez Bankası’nın finansal istikrar raporundaki detaylar, bu başlıklarda risk algısının oluşmaması adına, kırmızı çizgide olduğumuza işaret ediyor. Bu nedenle, 2013 ve 2014’te “dengeli büyüme” sürdürmemiz gerektiği gerçeğini atlamayalım. Umalım ki “yeni teşvik sistemi”, 2020’ye doğru Türk özel sektörünün borcunu değil, tasarruflarını artıracak bir makro ekonomik etkiye sebep olsun.