Advertisement

Kapitalizmin beşiği ‘kibir’ sendromundayken, Türkiye sürdürülebilir koşulları yakalamalı

Tabiatın en korkutucu afetlerinden birisi olan depremler, gerçekleştikten sonra, uzunca bir süre artçı sarsıntıları ile afetin büyüklüğünü hatırlatırlar. Hatırlayın, 17 Ağustos Depremi’nin en sarsıcı artçı sarsıntısı 15 Eylül günü İstanbul’da okulların açıldığı gün gerçekleşmiş ve ne yazık ki İstanbul halkı ikinci kez bir korku ve panik yaşamıştı. 2008 sonbaharında patlak veren Küresel Finans Krizi’nin en şiddetli artçı sarsıntısını da içinde bulunduğumuz günlerde yaşıyoruz. ABD finans kurumu Lehman Brothers’in iflasının ilan edildiği günlere yakın ölçüde, bu defa Avrupa cephesinde, Atlantik’in diğer yakasında yine banka iflası söylentileri kulaktan kulağa dolaşıyor.

Son Küresel Kriz, Batılı ekonomiler açısından, yarattıkları büyük tahribatın ağır sorumluluğu altında, bir ‘kibir ve aç gözlülük’ krizi olarak tanımlanabilir. Önde gelen gelişmiş ekonomilerin kendi kurumsal yapılarına aşırı güven duymaları ve denetim-gözetim mekanizmasını gevşetmelerine ters yönde çalışan aşırı kar hırsı, batılı finans kurumlarının sebep olduğu küresel bir faciaya dönüştü. Milyonlarca insan işsizler ordusuna katıldı. 3. yılını tamamlama noktasına gelen Küresel Kriz sürecinde, gelişmiş ülke siyasetçilerinin, siyasi liderlerin ortaya koyduğu performans zafiyeti, cesaretsizlik ve basiretsizlik, krizin başlangıcında çok daha düşük maliyetlerle atlatılabilecek süreçleri, bugün içinden çıkılamaz bir noktaya getirmiş durumda.

Derecelendirme kuruluşlarına çifte darbe

Batılı bankalarının, mortgage kağıtları ve karmaşık yatırım fonu modellerinin birkaç günde yüksek oranda değer yitirmeleri ile, iflasın eşiğine gelmeleri, söz konusu ülkelerin Hazine ve Merkez Bankaları tarafından gerçekleştirilen sermaye desteği operasyonlarıyla önlendi. Ancak, yapılan operasyonların vergi mükelleflerine ve kamu borç yapısına getirdiği fazladan yük, sanki özel sektör borç yükünün sürdürülebilirliğine yönelik tartışmalar yetmiyormuş gibi, içinde bulunduğumuz günlerde, söz konusu gelişmiş ekonomilerin kamu borç yüklerine yönelik ‘sürdürülemez’ tartışmalarını da alevlendirmiş durumda.

Bu tabloda, ülke yönetimlerinin, kamu otoritesinin ciddi sorumluluk ve hataları rol oynadığı gibi, uluslararası derecelendirme kuruluşlarının affedilmez tutumlarının, çifte standart uygulamalarının neden olduğu tahribat da göz ardı edilmemeli. Yeri geldiğinde, ilk günden itibaren, Türkiye gibi kimi gelişmekte olan ekonomilere her zaman bardağın boş tarafından bakmayı sektirmeyen bu kuruluşlar, Yunanistan, Portekiz, İrlanda, İspanya, İtalya ve hatta Fransa, İngiltere ve ABD giderek daha ciddi boyutlarda özel sektör ve kamu borç batağına göz göre göre sürüklenirken, bu ülkelerin uluslararası derecelendirme notlarını vakitlice düşürmek noktasında kıllarını dahi kıpırdatmadılar.

Bugün için ise, namuslarını kurtaracakları umuduyla, ‘leş eşeleyen akbabalar’ gibi, en az 3-5 yıl önce atmaları gereken adımları şimdilerde atıp, tarihinde notu kırılmamış olan ABD’nin bile uluslararası derecelendirme notunu kırdılar. Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya ve hatta İtalya gibi ekonomilerin notları kırılırken, derecelendirme kuruluşlarına yapılan ciddi itirazlar ve ABD Yönetimi’nin derecelendirme kuruluşlarına yönelik ağır eleştirileri, Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomiler açısından ‘gülme komşuna, seninde gelir başına’ ifadesini dilin ucuna kadar getiriyor. Eğer, uluslararası derecelendirme kuruluşlarının yöntemleri tartışmalı ise, bu yöntemlerle Türkiye’ye gösterilen muameleye niye ses çıkarmadınız; yok eğer, Türkiye’ye uygulanan muamele doğru idiyse, o zaman gelişmiş ekonomiler olarak ‘gık’ demeye bile hakkınız yok. Üstelik, uluslararası derecelendirme kuruluşlarını vakitlice uyarmamış olmaları nedeniyle, ya da tersine, uluslararası derecelendirme kuruluşları vakitlice söz konusu gelişmiş ülkelerin derecelendirme notunu düşürmemiş olduğundan, bugün indirilen notlar nedeniyle, önde gelen çok sayıda gelişmiş ülke özel sektör ve kamu borç pozisyonu ‘yönetilemez’ uyarısı veriyor. Bu tablo, bizi 2008 eylül sonunda beri, ilk kez küresel krizin 2. ve en ağır dalgasının yaşanacağı noktaya getirmiş durumda.

Türkiye ‘iyi’ olmanın bedelini ödüyor

Bu küresel belirsizlik ve keyifsizlik tablosu içerisinde, Türk para ve sermaye piyasalarında pozisyon tutan yabancılar, Türkiye dışındaki piyasalarda uğradıkları büyük kayıp ve zararları kapatabilmek adına, Türkiye’deki hisse senedi ve kısmen bono-tahvil portföylerini kapatmaktalar, satarak nakde çevirmekteler. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın açıkladığı veri, son 2 haftada Türkiye’den 1,5 milyar dolar çıktığına işaret ediyor. Bu tablo, dolar-TL kur düzeyini 1,75-1,80 TL bandına getirmiş durumda. Altın ise, küresel piyasalarda oluşan en sert belirsizlik dalgasına bağlı olarak, ons başına 1800 doları aşarak yeni bir rekora imza atarken, içeride de altının gramı 100 TL’yi aşarak yeni bir rekoru kayda düşürdü.

 
Çeyrek                     Sanayi Üretiminde         GSYH       
Dönem                       Değişim (%)           Büyümesi (%) 

      
2008        1. Çeyrek       7,53                   7,01       
               2. Çeyrek       4,20                   2,62       
               3.Çeyrek       -1,07                   0,85       
               4. Çeyrek    -12,57                  -6,97       
2008 Yıllık                    -0,90                   0,66       
2009         1. Çeyrek    -22,03               -14,74       
                2. Çeyrek    -15,46                 -7,77       
                3.Çeyrek      -8,07                  -2,77       
                4. Çeyrek      9,87                  -5,86       
2009 Yıllık                    -9,63                  -4,83       
2010          1. Çeyrek    17,17                 11,96       
                 2. Çeyrek    14,56                 10,32       
                 3. Çeyrek    10,00                  5,24       
                 4. Çeyrek    12,06                  9,18       
2010 Yıllık                    13,10                  8,96       
2011          1. Çeyrek    14,37                 11,00       
                 2. Çeyrek    7,87                5,1-6,2    

Tüm bu küresel belirsizlik tablosuna rağmen, Türkiye 2011 yılında yüzde 6’yı aşan bir büyüme yakalama potansiyelini sürdürüyor. Yılın ikinci çeyreğinde yüzde 8’e yakın üretim artışı yakalamış olan sanayi sektörünün performansı dikkate alındığında, yüzde 5,1 ile 6,2 arasında bir 2. çeyrek reel büyüme hızı yakalanacağı ihtimali kuvvetlenmiş durumda. Yani, 2011 yılının ilk 6 ayında yüzde 8 büyüme hızı aşılmış gözüküyor. Bu durumda, ikinci 6 aylık dönemde Türk ekonomisi yüzde 4 bile büyüse, yüzde 6 yakalanacak.

Ekonomi yönetimi 2008-2009’u bir kez daha yaşatmayacak

Dünya ekonomisi zor bir dönemden geçerken, Türkiye’de Ekonomi Yönetimi, Ekonomi Koordinasyon Kurulu’nu her hafta toplama kararı aldı. Başbakan Erdoğan geçtiğimiz Salı günü bakan ve kurmaylarından geniş kapsamlı bir ekonomi brifingi aldı. 2008 sonbaharında,  o zamanki AK Parti Hükümeti’nin önlemlerde geç kalmasının etkileri gayet iyi bilindiğinden, süreci proaktif takip eden, 3-4 farklı senaryoya yönelik tüm politika seçeneklerini ve atılacak adımları büyük ölçüde belirlemiş bir ekonomi yönetimine sahibiz.

Bu noktada, TL’nin değerinin bilhassa bir miktar zayıf tutulduğu, dolar kurunun 1,68-1,72 TL bandında, orta vadede ise 1,65-1,70 TL bandında sabitleneceği, kısmen Asya Tipi Rekabetçi Büyüme Modeli’ne benzer, kamu harcamalarının büyüme ve cari açık üzerindeki etkisinin daha da sıkılaştırılmış bir mali disiplinle azaltıldığı, özel sektör harcamalarının ise belirli bir tempoda sürdürüleceği, bu doğrultuda, 2012 yılında da, Türk ekonomisinin en az yüzde 4 büyümesinin hedeflendiği bir yol haritası üzerinde çalışıldığı söylenebilir.

Başbakan Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Babacan’ın uyarıları, küresel ekonomi 2. ağır dalganın içinden geçerken, Türk halkının gelirine göre ‘ayağını yorganına göre uzatması’ ve harcamalarını özenli gerçekleştirmesi, borçlanma iştahını dikkatli yürütmesi halinde, Türkiye’nin söz konusu 2. dalgadan önünde küresel anlamda daha ciddi fırsat kapılarının açıldığı bir ekonomi olarak çıkacağı noktasına işaret ediyor. Özel sektör tüketimi harcamalarını makul düzeyde arttırarak, Türk malına ağırlık vererek, özel sektör yatırım harcamalarının yüzde 10 düzeyinde tutarak, hane halkı ve şirket borçlanma düzeyini kontrollü götürerek ve kamu mali disiplininden taviz vermeyerek, bu zorlu süreci bu defa ‘teğet dahi olmadan’ atlatırsak, Türkiye açısından bölgesinin ‘Ekonomi ve Ticaret Diplomasisi’ni yürüten ülkesi olmak, bir daha geri dönmesi mümkün olmayan bir gerçek olarak perçinlenecektir.