Advertisement

“Cam kulede oturanların taş atma lüksü yoktur. Karşısındakilerden daha sert taş yiyebilirler“ anlamındaki cümleyi okuyunca sırça köşkte (cam kulede) oturan bir iktisatçı ile bir siyasi liderin hikâyesi aklıma geldi. Başkan seçildikten sonra kendine baş iktisatçı arayan John Kennedy, bu görevi Yale Üniversitesi profesörlerinden James Tobin‘e teklif etmeye karar verir. Tobin’i Beyaz Saray’a davet eder. Uzun uzadıya ekonominin son durumunu gözden geçirdikten sonra Kennedy işi teklif eder ve hemen yanıt bekler. Washington’a taşınmaya pek meraklı olmayan Tobin teşekkür eder ve “Sizin işinize yaramam; ben sırça köşkün iktisatçısıyım“ der. Gerçekten de, Tobin teorik çalışmalarıyla ün yapmış bir iktisatçıydı. Günlük ekonomik gelişmelerle fazla ilgilenen bir iktisatçı değildi. 1981 yılında da birçoğu teorik olan çalışmaları nedeniyle Nobel Ödülü’ne layık görüldü. Kennedy hiç şaşırmaz. “Tam aradığım insansınız, çünkü ben de sırça köşkün başkanıyım“ diyerek Tobin’in bahanesini çürütür. Tobin, John Kennedy’nin baş iktisatçısı olur. Taş atanlar galiba genellikle sırça köşkte oturanlar oluyor.

BANKA KÂRLARI

Bankaların çok kâr ettiklerinden hep şikâyet edilir. Bankaların elde ettikleri kârların tüccarın, sanayicinin kanını emmek gibi bir şey olduğu izlenimi verilir. Bazı önemli noktalar, bilerek ya da bilmeyerek ihmal edilir. Bankacılık da, diğer sektörlerde olduğu gibi, kâr etmek için kurulmuş şirketlerden oluşur. Her sermayedar gibi, bankalara sermaye koyanlar da koydukları sermayeye azami getiri elde etmek isterler. Sektörün özellikleri nedeniyle de bankacılık, diğer sektörlere göre çok fazla sermaye isteyen bir sektördür. Mutlak olarak çok para koyarsan, mutlak olarak çok kâr etmen lazım. Bu nedenle “kârlılık“ mutlak olarak değil, sermayenin getirisi olarak ölçülmelidir.

Türkiye Bankalar Birliği‘nin Borsa İstanbul’da hisseleri el değiştiren şirketlerin 2013 yılı mart ayı bilançolarından yola çıkarak yaptığı hesaba göre, bankacılık sektöründe sermayenin getirisi yüzde 14 civarında. Tesadüfe bakın ki, Borsa İstanbul’da hisseleri el değiştiren tüm şirketlerin ortalama sermaye getirisi de yüzde 14 civarında. Yani, bankacılık sektörünün Borsa’daki şirketlerin ortalamasından daha yüksek bir kârlılığı yok. Ama, mutlak olarak çok kâr ediyorlar, çünkü bu sektöre mutlak olarak çok sermaye konmuş. Sermayeye getirisi bankacılıktan daha yüksek sektörler var (sermayeye getiri oranı parantez içinde): Eğitim (yüzde 78), spor hizmetleri (yüzde 65), eğlence (yüzde 34), elektrik-gaz-su (yüzde 33), madencilik (yüzde 29), haberleşme (yüzde 24), ulaştırma (yüzde 23), teknoloji (yüzde 17), kimya-petrol (yüzde 16), metal eşya (yüzde 16) ve toptan ticaret (yüzde 15). Baksanız, bu sektörlerde mutlak kâr bankaların çok altında çıkar. Onlar, bankacılık sektörüne göre, sermaye koymadan kâr ediyorlar, bankalar sermayeyi risk altına sokarak.

FAİZ LOBİSİ

“Faiz lobisi“ tabiri 1990’lı yıllardan beri gündeme gelir. Her seferinde, kocaman insanlar “lobi”nin kimlerden oluştuğu, ne yapmaya çalıştığı, nasıl yok edilebileceği gibi konularda fikir beyan ederler, analizler yapar, öneriler geliştirirler. “Faiz lobisi“ nasıl bir olguysa, 25 yıldır yok olmadı. Sanki, gücünden de fazla bir şey kaybetmedi gibi bir görüntü veriyor. Çünkü, çarpınca, hâlâ fena çarpıyor. 25 yıldır duyduklarımdan ve gördüklerimden şu sonuca varıyorum: “Faiz lobisi” bildiğimiz başka lobilere benzemiyor; konuşmuyor, dinlemiyor, kızmıyor. Faiz lobisi galiba iktisat biliminin kuralları. İktisat kuralları dışlandığında, faiz lobisi çalışmaya başlıyor.