Ekonomi politikaları bir yerde herhangi bir nedenle tıkandığında, politika yapıcıları saçmalamaya başlar. Türkiye'de son günlerde etkili ve yetkili kişilerce verilen ve gazete sayfalarına yansıyan demeçler bu hali yansıtıyor.
Yurtdışından kaynaklanan riskler yeni değil. Türkiye ekonomisinde hızlanarak artan cari işlemler açığı riski de yeni değil. Geçen yılın kasım ayından bu yana artan cari işlemler açığı finansal istikrarın sürdürülmesine yönelik risk yaratıyor anlayışıyla bir dizi önlemler uygulamaya kondu. Bugüne kadar bu önlemlerin dişe dokunur bir sonucu görülemedi.
İki olasılık var: ya önlemler doğru, ama dozu yetersiz ya da önlemler yanlış. Olasılıklardan ikincisi üzerinde pek durulmak istenmiyor. Onun yerine, etkili ve yetkili ağızlardan ekonomik birimlerin beklentilerinin bozulması hedefleniyor. Doğru ve yeterli dozda uygulanabilecek bir ekonomi politikası yerine beklentilerin bozulup benzer bir sonucun alınmasına çalışılıyor. Yanlış yapılıyor.
UYUŞMAZLIK VAR
Makro ekonomik idare, siyasi kaygılar ve tercihler ile ekonomik gerçekler arasında sıkıştı. Önce siyasi tercihleri sıralayalım: Merkez Bankası politika faizlerini artırarak piyasadaki faizleri daha da artırmasın; yatırımlar artmaya devam etsin, ama ithalatı artıracak üretim alanlarına değil, ihracata yönelik alanlara kaysın; iç ticaret canlı kalmaya devam etsin; enflasyon düşük kalsın; cari işlemler açığı düşsün; bütçede gelirler artarken, harcamalarda kısıntıya gitmek gibi bir saçmalık(!) yapılmasın.
Ekonomik gerçekleri ise şöyle sıralayabiliriz: Tüketim ve yatırım harcamaları hızla artıyor; ithalat talebi patlamış durumda; ihracat küçümsenmeyecek ölçülerde artsa da, ithalat artışına yetişmesi olanaksız; cari işlemler açığı hızlanarak artıyor; büyüme çok hızlı; işsizlik düşüyor; enflasyonda yön yukarı yönde; artan cari işlemler açığının yarattığı dış borçlanma ihtiyacı yurtdışındaki riskler nedeniyle bir gün karşılanmayabilir. 2008 model bir krizi yeniden yaşayabiliriz.
Ekonomik gerçekler içinde siyasi tercihler şöyle şekilleniyor: ekonomik büyüme devam etsin; işsizlik azalsın; enflasyon ve döviz kurlarının biraz artması önemli değil. Siyasi kaygılarla dışlanan ekonomi politikası seçenekleri ise şöyle: iç talep artışı devam etsin, ama bankalar kredi yoluyla iç talep artışını körüklemesin. İç talep artışını kontrol edebilecek para politikası faizinin artırılması ve seçici vergi artışları yoluyla daha sıkı maliye politikası dışında ne yapılabiliyorsa yapılsın.
KRİZİ DERİNLEŞTİRME ÇALIŞMALARI
Siyasi tercihlerle ekonomik gerçekler uyuşmuyor. Uyuşmayınca, alınan önlemler sonuçsuz kalıyor. Siyasi kaygı ile ekonomik gerçeklerin uyuştuğu tek nokta şu: artan cari işlemler açığının yarattığı dış borçlanma ihtiyacı yurtdışındaki riskler nedeniyle bir gün karşılanmayabilir; 2008 model bir krizi yeniden yaşayabiliriz. Bu durumda, siyasi kaygıyı hafifletecek tek politika ekonomik birimlerin beklentilerini bozmak oluyor. Fiyat dışı etkenlerle iç talep büyümesinin dizginlenmesi hedefleniyor.
"Beklenti yönetimi" terimi genellikle merkez bankası gibi kurumların yaptıkları açıklamalarla ekonomik birimlerin beklentilerinin çok şişmesini önlemek olarak tanımlanır. Beklentileri bozmaya yönelik siyasi otorite tarafında sahnelenen "beklenti yönetimi" çabalarına ilk kez şahit olunuyor. Fiyat mekanizması ile değil de, beklentilerin bozulması yoluyla elde edilecek sonuç birbirine benzeyebilir. Ama, beklentilerin bozulmasıyla arzulanan dengeye yaklaşmak hedefleniyorsa, hedefi olumsuz yönde aşmak çok olasıdır. Beklentiler bozulduğunda, dozunu ayarlamak mümkün olmaz.
Yurtdışındaki gelişmelerden kaynaklanan bir krizin ne zaman çıkacağını kestirmek güç. Ama, kriz çıkarsa, olabileceğinden daha derin bir kriz yaşamak için elimizden geleni yapıyoruz. Bu şartlarda, kredi notumuzun artması değil, düşürülmesi gündeme gelebilir.