Advertisement
GÜNCEL / SİYASET ABONE OL

7 Eylül Cumartesi akşamı Buenos Aires’de toplanan 125. Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) Genel Kurulu sonucunda 5. olimpiyat adaylık sürecimiz, aday kentlerden Tokyo’nun 2020 Olimpiyatları’nın ev sahibi seçilmesi ile son buldu. İstanbul ve Madrid bir sonraki yarışta buluşmak üzere eli boş geri döndü.

Ancak çokça tartışılan Olimpiyat ev sahipliği konusunda, başından beri “isteyenler” ve “istemeyenler” olarak iki temel kutup olduğunu söyleyebiliriz. Aksi görüşe kızmak ve hatta “Vatan hainliği” ile suçlamak yerine, önce ekonomik yönü ve sebepleriyle iki görüşü de yeterince anlamak gerekiyor.

Gelin iki görüşü de biraz irdeleyelim:
Olimpiyatlar, küresel spor ekonomisi piyasasının hiç şüphesiz en büyük ve en çok ses getiren organizasyonu. Gelmiş geçmiş en başarılı olimpiyat hazırlığı ve organizasyonu Londra 2012 olarak gösteriliyor. 13.4 milyar dolara mal olan ve zarar etmediği iddia edilen organizasyon, gerek düzeni, gerek şehrin tanıtımı ve beraberinde marka değerine yaptığı katkı, gerekse bütçesinin yönetimi ile gelmiş geçmiş en başarılı olimpiyat organizasyonu kabul ediliyor. Olimpiyat ev sahipliği konusunda olumlu görüşe sahip olanların -rasyonel olmayan duygusal sebeplerle isteyenler hariç- argümanı tam olarak Londra’nın başarısıyla destekleniyor. Yani iyi bir bütçe yönetimi ile olimpiyatlar hem ülke tanıtımına, hem şehirlerin marka değerlerine, hem yapılan altyapı yatırımları ile ülke ekonomisine uzun vadeli fayda sağlar bu görüşe göre.      

Tüm dünyada hiç de azımsanmayacak büyüklükte temsilcisi olan ve olimpiyat karşıtı diyebileceğimiz diğer grubun argümanı ise yine ekonomik aslında. 2014 yılında Brezilya’da düzenlenecek olan Dünya Kupası nedeniyle Brezilya’da başlayan ve ciddi ayaklanmalara dönüşen protestoları hatırlayın. Bu grubun argümanı; olimpiyat, dünya kupası gibi organizasyonlara ayrılan dev bütçelerin daha adil paylaşımla bu ülkelerin halkı yararına kullanılması gerektiği. Ayrıca bu görüşü savunanlar yaşadıkları ülkede, ceplerinden çıkacak bu derece ciddi büyüklükteki harcamalarda halkın da söz sahibi olması gerektiğini, bunun bir vatandaşlık hakkı ve görevi olduğunu söylüyorlar. Bu görüşü savunanların başlıca örnekleri Montreal’in  1976 olimpiyatları için girdiği borç yükünü ancak 2002’de kapatabilmiş olması ve Yunanistan’ın olimpiyat yatırımları neticesinde bulunduğu herkesin malumu ekonomik durum. İlk örnekle ilgili veriler aşikar olsa da, Yunanistan’ın ekonomik çöküşünü olimpiyatlara bağlamak şahsen bana biraz haksızlık gibi geliyor.

Altyapı yatırımları ile birlikte 20 milyar dolarlara yaklaşan bütçeler konuşulsa da bir olimpiyat organizasyonunun ortalama operasyonel maliyeti 3 milyar dolardır.  Aday ülkelerin dosyaları incelendiğinde tümünde bu rakam 2,9 ve 3,4 milyar dolar arasında oynamakta. Bu meblağlar da ülkelerin tanıtım bütçelerinden kolaylıkla karşılanabilecek bütçeler. Yani hesapları yükselten ve çoğu zaman şaşırtan kalemler olimpiyatın operasyonel giderleri değil, altyapı giderleri. İşte ülke ekonomisine fayda/zarar hesabı tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Eğer ülkenizin olimpiyat ve olimpiyat sporları ile ilgili bir alışkanlığı, bir kültürü ve hepsinden önemlisi bir talebi yoksa , yani daha basit bir anlatımla; yapılan tesisler daha sonra kullanılmayacaksa, bu paranın çöpe gideceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. IOC ‘nin çok önemsediği “Kamuoyu Desteği” rakamları sadece organizasyonun sosyal etkisi açısından değil, bu noktada da çok önemsenmektedir. Tesisler bu konudaki mevcut talebi karşılayacak ve gerçek birer altyapı hizmeti olacaksa bu durumda sosyo-ekonomik olarak faydası tartışılmayacaktır. Tam bu noktada İstanbul’un 2020 adaylığında taahhüt ettiği altyapı yatırımlarının büyük bir kısmının zaten Cumhuriyetin 100 yılı 2023 hedefleri arasında olduğunu hatırlatmakta da fayda var.

Sonuç olarak her iki argüman da doğrudur. Bir olimpiyat adaylığı sürecini ve organizasyonunu yönetmek hem iyi bir algı yönetimi, hem maalesef hiç şüphesiz büyük eksikliğini duyduğumuz lobi faaliyetleri, hem de çok iyi bir bütçe yönetimi gerektirir. İşte tam da bu nedenle olimpiyatların CEO ‘ları vardır. Olimpiyat organizasyonlarının, bütçelerin (hem de çoğu zaman en az 3-4 kat) aşılması geleneğini bir kenarda tutarak, iyi yönetildiği takdirde ekonomik kazanç sağlayacak, kötü yönetimde ise katlanan ve on yıllara yayılan borçlarla sonuçlanabileceğini anlamak şart. Bunun yanında olimpiyata karşı olmanın “vatan hainliği” anlamına gelmeyeceğini ve olimpiyat karşıtlığının hemen her ülkede karşılanan olağan bir görüş olduğunu unutmamak gerekiyor.

İster olimpiyatların ülke ekonomileri için büyük ve gereksiz bir külfet olduğunu düşünelim, ister tanıtım, turizm ve marka değeri getirileriyle ekonomik bir kazanç olduğunu savunalım, bunu “olimpiyat ruhu” içinde ve suçlayıcı olmadan yapmakta ve sonuçları metanetle karşılamakta fayda var. Neticede aynen hisse senedi piyasalarında olduğu gibi beklentiler ve “hikayeler” yarıştı. Tokyo bu yarışı kazanan taraf oldu, Madrid ve İstanbul’umuz ise boynu bükük ayrıldı.

Bu durumda bir sonraki olimpiyat adaylığı serüvenimize kadar bu şehir için daha güzel hikayeler yazmak üzere diyelim.. 

Burak Ünaldı