Advertisement

Herkes Türkiye ekonomisini konuşurken, biraz konuyu dağıtmak adına bu yazımda Güney Kore’yi mercek altına aldım.

Daha önce G.Kore’yi BRICS ve MIKT ülkeleri ile karşılaştırmış, bu 9 ülke arasında en az nüfusa sahip olmasına rağmen, “Gelişmiş Ülkeler” ligine yükselmiş tek ülke olmasına değinmiştim. 

Kişi başına düşen milli gelirde diğerlerine fark atmış durumda. Ayrıca hiçbir kayda değer doğal kaynağı yok. Alan olarak da öyle büyük bir ülke değil. G.Kore deyince çoğumuzun aklına Samsung gelir, Hyundai, LG, Daewoo, Kia gelir. Öte yandan Hyundai’yi otomotiv devi olarak tanımayan yoktur ama daha az kişi Hyundai Heavy Industries diye bir başka firmanın dünyanın en büyük gemi yapımcısı olduğunu bilir. Ya da SK Group’un 2. büyük chip üreticisi, POSCO’nun da 4. büyük çelik üreticisi olduğunu…

Bu kadar çok global markası olan bir ülkenin ihracat odaklı bir büyüme modelini benimsediği aşikar. Bunu yapan ilk onlar da değil. G.Kore, dünyanın en büyük 6. ihracatçısı ve de ayrıca 7. ithalatçısı.

Koreliler ekonomilerindeki bu gelişime “Han Nehri Mucizesi” ismini takmışlar. Adına ister mucize diyelim, ister başka bir şey. Ortada bir başarı hikayesi olduğu yadsınamaz. Peki nedir G.Kore’yi bugünkü imrenilen noktaya taşıyan? İhracattaki başarıysa yanıt, o zaman ikinci soru geliyor akla: Nasıl başarılı oldular ihracatta? “Japonya ne yaptıysa aynısını yaparak” diye yanıtlayanlar var bu soruyu. Bence bu yanıt biraz geçiştirmek olur.

Veyahut şöyle sıralayabiliriz: Marka yarat – ARGE’ye önemli ölçüde kaynak ayır – yenilikçilik ve teknolojiyi en iyi şekilde harmanla – sanayii odağını kaybetme” Bununla yetinmeyip “Merkezden planlanıp; hükümetçe yönetilen bir yatırım modelinden, pazar odaklı bir işleyişe geçmek, finansal piyasaların reforma tabi tutulması vs.” gibi açıklamalar da yapabiliriz. Bunların hepsi doğru. Ama belki de en dikkat çekici olan, yaptıkları dev serbest ticaret anlaşmaları. 2007 yılında ABD, 2009’da ise Avrupa Birliği ile. Bir de Avustralya ile olan var. İhracatta da, ithalatta da yaklaşık hacmin yarısını kaplayan aynı 3 ülke aslan payına sahip: Çin, ABD, Japonya. Kim bu üç ülke? Dünyanın en büyük 3 ekonomisi. “Büyük oynamak” bu olsa gerek.

Sanmayın ki her şey Koreliler için hep güllük gülistanlıktı. Son 100 seneye baktığımızda, 1910-45 arası işgal altında geçen; sonrası da tamamen zıt iki ideolojinin yönetimi altında Kuzey ve Güney diye bölünmüş olan Kore’nin; son dönemlerde ekonomisi de büyük çalkantılar yaşadı. 1997 yılında Asya Finansal Krizi patlak vermişti. İşte o yıl, G.Kore ekonomisi için büyük sıkıntı ve şiddetli bir likidite krizi baş gösterdi. (Bazı yönleriyle bizim 2001 krizini andırır) 1998’de ekonomi ciddi anlamda küçülmeye devam etti. Ülkenin önemli bir değeri koskoca Daewoo ayakta kalamayınca yabancıların eline geçti. Haliyle IMF, çeşitli tedbirler, yeniden yapılanma, bankacılık sistemine çeki düzen yani bilindik hikayeler…

Sonra 2008 küresel krizi kapıyı çaldı. 10 senelik büyüme trendi, 4. çeyrekte dönemsel olsa da sona erdi.  Biraz ironik olacak ama para birimleri Won, İngilizce “kazanmış” anlamına geliyor olsa da; krizde Dolara karşı yaklaşık yüzde 35 değer kaybetti. Bu kadar ihracata dayalı bir ekonomi, kimse ithalat etmiyorken nasıl ayakta kalsın? Gene de 2008’i büyüme ile kapattı, 2009’da ise küçülmedi. Hani biz “teğet” diyoruz ya, işte ondan…

Biraz makroekonomiyi geri plana itelim ve gelelim “Kore’yi Kore yapan” bazı çarpıcı gerçeklere. Öncelikle gördüğüm kadarıyla bizim “eğitim şart” sloganımız Kore’de ciddi kabul görmüş. Yüksek öğrenime kayıt yaptıranların oranı açısından dünya birincisi. ARGE dersek, bu alanda yapılan harcamalarda dünyada 7. sırada. GSMH’nın bir oranı olarak bakarsak ise üçüncü. Bu kadar ARGE bir yere varıyor mu? Varmaz olur mu: Patent sayısında dördüncü., kişi başına düşen patentte ise ikinci. Demek ki sonuç alınıyormuş.

Teknoloji ülkesi olunca, yüzde 83 internet penetrasyonu söz konusu. Doğrudur; İzlanda’da bu oran yüzde 95 ancak G.Kore’nin nüfusu 50 milyon kişi, İzlanda’nın ki 320 bin. İnsani gelişmişlik endeksinde de 12. sırada olduklarını belirteyim. Öte yandan G.Kore Strateji ve Finans Bakanlığına göre (bu arada bakanlığın ismine dikkatinizi çekmek isterim), Koreliler haftada 44.6 saat çalışıyorlarmış (OECD ortalaması: 32.8). Gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkeleri yakalayabilmek için böylesi bir tablo ile karşılaşıyorlar maalesef. Ama mesele sadece çok çalışmak değil, akıllı çalışmak. Zaten bunu başaran da, sınıf atlıyor.

Ayrıca, tamam çok çalışıyorlar ama ortalama ömürde de dünya 25.si. Bir G.Koreli, bir Alman, İngiliz veya Amerikalı’ya göre daha uzun yaşıyor. Seul Olimpiyatları, Lost gibi fenomen olmuş bir dizinin başrollerinde iki Koreli’nin de yer alması, 2002 Dünya Kupası, Gangnam Style ile dünyayı kasıp kavuran PSY, olimpiyat madalya tablosundaki inanılmaz yükselişleri, Apple ile göğüs göğüse çarpışan Samsung vs… Hiçbir şey rastlantı değil. G.Kore yükselen yıldız. Dünyadaki “marka algısı” oldukça yüksek. Hem de bunu kuzeydeki komşuları ile olan yüksek gerilim hattının gölgesinde ve savunma harcamalarının bütçe üzerindeki önemli baskısına rağmen başarıyorlar.

G.Kore hikayesinden benim 5 temel çıkarımım var:

1) Başarı ancak sürdürülebilir olduğu zaman anlam kazanıyor.

2) Krizler, kötü günler olabilir. Önemli olan çabuk ve asgari hasarla atlatabilmek.

3) Ekonomide başarı, ekonomi dışındaki doğru adımlarla da büyük ölçüde ilişkili.

4) Başaranları takdir etmek de, taklit etmek de oldukça normal.

5) Herkes görür, inceler, deneyimler ve sonuçta kendi başarı hikayesini yazabilir…