Advertisement

Demokrasinin temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığının tarihi çok eski. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulamaya geçmesinin ise 18. yüzyılın ürünü olduğu söylenebilir. Fransız ve Amerikan devrimleri ile yasama, yürütme ve yargının birbirlerinden ayrılması ilkesi uygulamaya geçmeye başladı. Siyasal bilimci değilim, ama anlayabildiğim kadarıyla “ileri demokrasi“ ve “gelişen demokrasi“ ayrımları kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulamada yasama, yürütme ve yargının ne kadar kalın çizgilerle birbirinden ayrıldığına göre yapılıyor. Gelişen demokrasilerde bu ayrımın çok kalın çizgilerle olduğu söylenemez. Bu demokrasilerde yürütmenin hâkimiyeti, mutlak olmasa da, çok belirgin oluyor.

VÜCUDUN KABUL ETMEDİĞİ ORGAN
Yirminci yüzyılda yürütme içinde de ayrışma başladı. Siyasi kararların egemen olduğu alan daraltılmaya başlandı. Örneğin, 19. yüzyılın ikinci yarısında tek para otoritesi oluşturma ihtiyacı doğdu. Bugünkü haliyle merkez bankaları kurulmaya başlandı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında merkez bankalarının siyasi otoriteden bağımsız olması fikri ağırlık kazandı.

Bu noktaya elbette kötü deneyimler sonucunda gelindi. Yürütme içinde siyasetten bağımsız karar alabilen kurumların oluşturulması aslında yürütmenin siyasi açıdan kapsama alanını daraltan, siyasetin konumunu yeniden tanımlayan bir uygulama oldu. Siyasetin yasama yoluyla kuralları koyduğu, ama kurallar içinde uygulamayı siyasetin yetkisinden çıkaran bir ortam oluştu. İleri demokrasiler bu ortamı, yaşadıkları kötü deneyimler sonucunda “doğru” kabul ettikleri için yarattılar. Gelişmekte olan demokrasiler ise, benzer kötü deneyimlerden kendileri de geçtikleri halde, uluslararası baskılar yoluyla benzer ortamları yaratmak zorunda kaldılar.

Gelişen demokrasilerde siyasal yürütmenin siyasetten bağımsız kurumları hazmetmesi o kadar kolay olmuyor. Yürütme, yetkilerinin kısıtlanmasına rıza göstermiyor. Bu çatışma, yalnızca Türkiye’de değil, siyasetten bağımsız kurumları kurmak zorunda kalan neredeyse tüm gelişmekte olan ülkelerde yaşanıyor. Bu ülkelerde siyasetten bağımsız kurumlar sanki vücudun kabul etmekte zorlandığı dışarıdan gelmiş yeni bir organ gibi duruyor. Vücut bu organı dışarı atmak istiyor.

Bazen atıyor da. Vücut yabancı organı atamadığı zaman bu organla yaşamayı öğrenmeye çalışacağına, organı etkisiz ya da yetkisiz hale getirmeye çalışıyor. Birçok ülkede görüldüğü gibi, siyaset, siyasetten bağımsız olması gereken kurumların içişlerine karışmaya başlıyor. Mali bağımsızlığını tırpanlamaya uğraşıyor. İdari yapılanmasına çomak sokmaya çalışıyor. Daha da ileri giderek, kendi yasasında olmayan konularda başka yasalar yoluyla arkadan dolaşarak bu kurumlara üstlenmemeleri gereken yeni görevler yüklüyor. Kapasitesinin üzerinde görevler yükleyerek asıl görevlerini yapamaz hale sokuyor. Örneği içimizde arıyorsak, bulması kolay. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası‘nın seksen yıllık tarihi bu süreci bire bir yansıtır.

ÇÖZÜM VAR MI?
Kuvvetler ayrılığı ilkesi tam çalışmayınca siyasetten bağımsız kurumların siyasal yürütmeden ayrılığını garanti altına almak mümkün olmuyor. Yasaların en büyük savunucusu ve koruyucusu yasamanın kendi olması gerekirken, yasama kendi koyduğu yasaları çok çabuk ters yüz edebiliyor. Öyle olunca, devlet içinde herhangi bir idari oluşumun kalıcılığından söz etmek pek anlamlı olmuyor. Kurumun kendi yasasını değiştirmek siyasi açıdan istenmiyorsa, bir başka yasa yoluyla kurumun yetki ve sorumluluk alanları genişletilip daraltılabiliyor. Bir çözüm olup olmadığını bilmiyorum, ama “siyasetten bağımsız kurumlar hakkında ne yapılacaksa, yalnızca kendi yasası yoluyla yapılabilir” ilkesi belki siyasetin bu kurumlar üzerindeki yasal egemenliğini azaltabilir. Yasalarına şu yazılabilir: “Bu yasayla verilmiş görevler dışında hiçbir yolla bu kuruma başka görevler verilemez.“