Advertisement

Bankacılık sektörü ile yaşamaya bir türlü alışamadık. İşleri para olduğu için bankaları hep “soyulacak kaz” gibi gördük. Banka bilançoları üzerine ekonomi politikaları inşa etmeye kalktık. 1990’lı yılların sonundan başlayarak mecburen bankacılık sektörünü yeniden yapılandırmak durumunda kaldık. Oraya gelene kadar bankaları o hale getirmede yıllardır uygulanan ekonomi politikalarının hiç mi rolü yoktu?

Bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması tamamlandıktan sonra sektörün ne denli sağlam ve dayanıklı hale geldiğiyle övünmeye başladık. Eski alışkanlıklarımızı bırakamadığımızdan, sektörün mutlak kârları yeniden göze batmaya başladı. Banka bilançoları üzerinden yeniden ekonomi politikaları oluşturulmaya başlandı. Bankacılık sektörünün üzerine çullanmak neredeyse “halka ve ekonomiye hizmet” anlamına gelmeye başladı. Bu yaklaşımın sonuçları giderek daha belirgin hale geliyor.

SEKTÖR BÜYÜYOR AMA
Bilançoları büyüdüğü kadar bankaların en istikrarlı kaynağı olan mevduat büyümüyor. Bilançolarındaki toplam krediler ve tahvil portföyünün toplamı 2002 yılında mevduatlarının yüzde 98’i idi. Bu oran 2010 yılında yüzde 130’u aştıktan sonra 2013 yılı sonunda yüzde 140’ı geçti. Yani bankalar artık plasmanlarının önemli bir bölümünü mevduat dışı kaynakları kullanarak yapıyor. Avrupa’da baş ağrısı yaratan en büyük etken bu değil miydi? Bilanço dışında takip edilen yükümlülükler (teminatlar ve türev araçlar) hızla artıyor.

Bilanço dışı yükümlülüklerin toplam bilançoya oranı 2002 yılında yüzde 40 civarındaydı. Bu oran 2010 yılında yüzde 103’e, 2013 yılı sonunda yüzde 132’ye geldi. Yani bankaların suyun üzerinde görünmeyen yükümlülükleri giderek artıyor. 2008 yılında Amerika’daki finansal sistemi altüst eden bu etken değil miydi?

Bankaların sermaye yapısıyla övünüyoruz. Ama, bankaların sermaye yapıları da eski gücünü kaybediyor. 2002 yılında sermaye yeterlilik oranı yüzde 25 idi. Bu denli yüksek sermaye yeterlilik oranı normal değil. Düşmeliydi. Sermaye yeterlilik oranı 2010 yılında yüzde 16.6’ya geldi. Geçen yılın sonunda ise yüzde 15.4 oldu. Artık uluslararası norm olan yüzde 12’ye çok yaklaştık. Bazı bankalar yüzde 12’yi tutturmakta zorlanmaya başladı.

RİSKLER ARTIYOR
Risk ile getirinin doğru orantılı olması gerekir. Göreli olarak daha fazla risk daha fazla getiriyi gerektirir. Bizim bankacılık sektöründe bu ilişki son yıllarda giderek ters yönde oluşmaya başladı. Sektörün riskli varlıklarının toplam varlıklara oranı 2002 yılında yüzde 44 civarındayken, 2010 yılında yüzde 68’e, geçen yıl sonunda da yüzde 80’e ulaştı. Buna karşılık bankaların öz kaynak kârlılığı 2002 yılında yüzde 12’den 2007 yılında yüzde 20’ye kadar çıkmıştı. 2012 yılında öz kaynak kârlılığı yüzde 11’in altına geldi. Grafikten görüldüğü gibi, 2008 yılından bu yana bankacılık sektöründe riskler arttığı halde, getiriler düşüyor.

2000’li yıllardan önce bankaların serbest öz kaynakları negatif idi. Yani, bankacılıkta kullanabilecekleri öz kaynakları yoktu. Öz kaynaklar bankacılık dışındaki alanlara plase edilmişti. Yeniden yapılandırma sayesinde bankacılık sektöründeki serbest öz kaynaklar 2010 yılında toplam bilançonun yüzde 11’ine kadar geldi. 2013 yılında bu oran yüzde 6’ya geriledi.

Henüz heyecanlanacak bir durum yok. Ama, bankacılıkta son yıllarda gözlenen temel eğilimler hoş değil. Ekonomi politikası ile bankacılık sektörünün düzenlenmesi ve denetimi birbirinden uzak tutulmalı. Geçmişte bu ayrımı yapamamanın faturası çok ağır ödendi.