Advertisement

Türkiye ekonomisinde tasarruflar artmalı. Aksi takdirde, cari işlemler açığı sorununu aşmamız mümkün değil. Bunları söylemek kolay. Ama, bugünden çalışmaya başlasak dahi, bu amacın gerçekleşmesi çok uzun zaman alacak gibi görünüyor.
Tasarruf, ekonomik birimlerin belli dönemde ellerine geçen gelirlerini tüketmedikleri bölümüdür. Devleti dışarıda bırakırsak, ekonominin hanehalkı ve şirketlerden oluştuğunu düşünürsek, tasarruf, şirketler açısından kârdır, hanehalkı açısından tüketime harcamadıkları gelirleridir.
Türkiye’de tasarruflar düşükse, demek ki, şirketler yeteri kadar yüksek kâr edemiyorlar, hanehalkları çok fazla tüketiyorlar. Tasarrufları artırmak istiyorsak, şirketlerin kârlarının artmasını teşvik ederken, hanehalkının tüketimlerini engelleyici önlemleri devreye sokmamız gerekiyor. Konuya böyle yaklaşınca, işin sevimsiz tarafı daha açık ortaya çıkıyor.

TÜKETİM HEP TEŞVİK EDİLDİ
Tarihimiz boyunca, şirketlerin kâr etmesini içimize sindirememiş bir toplum olduğumuz çok açık. Şirketlerin çok kâr etmesi halkı soymak olarak algılandığından, bir şekilde, doğrudan ya da dolaylı yollardan fiyat kontrolleri yoluyla şirketlerin fazla kâr etmesini engellemeye çalışmışız. Şimdi, şirketler de bilançolarında kâr göstermemek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Diyelim ki, şirket kârlarını artırmak yoluyla değil, hanehalkı tüketimini kısıtlamak yoluyla tasarrufları artırmak istiyoruz. Nasıl yapacağız?
Geçmişteki çok yüksek nüfus artışı (yıllık yüzde 3’ü geçtiği dönemler var), politika yapıcılarını haklı olarak artan nüfusa ne olursa olsun iş bulmaya yönlendirdi. Sanayileşme doğal olarak öne çıktı. Yabancı sermayenin gelmediği bir ortamda yerli sanayi öne çıktı. Yabancıları zaten hiçbir zaman sevmedik, yabancılara hiçbir zaman güvenmedik. 1950’li yıllarda en liberal yabancı sermaye yasasını çıkardık, ama aynı dönemde ülkemizde yaşayan azınlıkları da kendi ülkelerine gitmeye mecbur bıraktık. Böyle olunca, yabancı sermaye gelir mi? Yabancı sermaye o dönemden başlayarak Güney Kore’ye, Tayland’a, Singapur’a gitmeye başladı. Oralar yüksek tasarruf oranlarına rağmen yabancı sermaye yoluyla büyümede rekorlar kırdılar. Biz kırk yıl sonra durumu kavrayabildik.
Sanayileşme yerli sermayenin görevi haline gelince, çare ithal ikamesinde bulundu. Kotalarla, ithalat vergileriyle yerli sanayi korunup üretimin hanehalkı tarafından tüketilmesi ilkesi benimsendi. Yurtdışı ile rekabet edemeyen mallar kime satılacak ki? Dolayısıyla, yerli sanayi ve hanehalkı tüketimi aynı anda teşvik edildi.
1980’li yıllarda yaşanan ekonomideki serbestleşme akımı Türkiye ekonomisini dışa açtı, ama aynı zamanda daha kaliteli malların yerli tüketicilere ulaşmasıyla tüketimi de teşvik etti. 2000’li yıllarda doğrudan yabancı sermaye girişi hızlandı, ama gelen yabancı sermayenin önemli bir bölümü yeni yatırım değil, yerlilerin kurduğu şirketlerin yabancılarla alınması yoluyla oldu. Yani, gelen yabacı sermayenin yeni istihdam yaratma potansiyeli kısıtlı kaldı. Gelen doğrudan yabancı sermayenin de ana amacı iç tüketim oldu.

TÜKETİM EĞİLİMİ ARTMAYA DEVAM EDER
Gelinen noktada, Türkiye’nin tasarruflarını göreli olarak artırmasının çok kolay olmadığı anlaşılıyor. Aksine, birçok açıdan hâlâ tüketime aç bir toplumuz. Kişi başına gelirimiz 10 bin dolar oldu. Bundan sonra geliri artan hanehalkı gelirinin daha az bölümünü mü tüketime yöneltecek? Sanmıyorum. Son veriler Türkiye’de hanehalkı geliri arttıkça tüketim eğiliminin arttığını gösteriyor.
Emeklilik fonu gibi tasarrufu teşvik eden sistemler önümüzdeki dönemde doğru oluşturulduğu takdirde, tasarrufların artmasına katkıda bulunabilir. Ama, bu çeşit sistemlerin Türkiye ekonomisinin tasarruf sorununu kalıcı bir biçimde çözmesini beklemek fazla iyimserlik gibi görünüyor. Bu sistemler kısa dönemde tasarrufların yer değiştirmesine neden oluyor. Yüz yıllık tarihimizi kısa sürede değiştirebilmek pek mümkün değil.