Advertisement

Dört-beş yaşındaki çocuklar büyüklerini hep “Neden?” veya “Nasıl?” gibi sorularla bombardımana tutarlar. Çünkü, o yaştaki çocuklar yaradılışları gereği her şeye meraklıdırlar, her şeyi öğrenme çabası içindedirler, yaşadıkları dünyayı tanıma peşindedirler. Öğrenme motivasyonu evrenseldir. Daha sonra bu çocukların nasıl bir insana dönüşecekleri yaşadıkları ortam ve aldıkları eğitimle şekillenir.

Eğitim, 4-5 yaşındaki çocukların merakını artırıcı, öğrenme isteğini kamçılayan, yaşadıkları dünyayı kritik bir gözle tanıtan ve öğreten bir sistem olmalı. Bu sistemde, uçukta olsa yeni fikirlere açık, tartışabilen, kendini anlatabilen, konusunda bilgili ve yaratıcı insanlar yetişmeli. Türkiye’de böyle bir eğitim sisteminden çok uzağız ve giderek de uzaklaşıyoruz. Doğuştan edindiğimiz merak, öğrenme çabası ve dünyayı tanıma güdüsü bizdeki eğitim sisteminde geliştirilmiyor, aksine köreltiliyor. Ezber, öğrenmenin ve anlamanın önüne geçiyor.

ÜNİVERSİTE ENFLASYONU

Herhangi bir konuyu öğrenmeyi, konunun anlaşılması olarak değil, konunun ezberlenmesi olarak algılıyoruz. Öğrencileri bu anlayışla değerlendiriyoruz. Bu anlayışla başarıyı ödüllendiriyoruz. Öğretmede sorunlarımız olduğu gibi, ölçme ve değerlendirmede de sorunlarımız var. Bu anlayışta olmaması şaşırtıcı olurdu zaten.

Üniversite düzeyinde eğitim iyice içler acısı duruma dönüşüyor. Bakkal dükkânı gibi üniversite açıldı. İki bina kiralayıp, 2-3 ucuz bölüm kurup, içine de 10-15 profesör unvanlı insan yerleştirdiniz mi, üniversite kurmuş oluyorsunuz. Üniversite sayısı galiba 200 civarına geldi. Gerçekten üniversite diyebileceğimiz üniversite sayısı ise her halde yirmiyi geçmez. O üniversitelerden mezun gençler kabul edilebilir düzeyde iş bulurken, diğerleri üniversite mezunu oldukları halde, lise mezunu denkliğinde işler bulabiliyor. Kısacası, üniversitede okuyan gençliği üniversitede okudukları hissini vererek aldatıyoruz.

Hiç kimse üzerine alınmasın diyeceğim, ama alınanlar alınsın. Bugün birçok üniversitede ne öğrenciler üniversite düzeyinde eğitimi hak etmiş öğrenci ne de profesörler üniversitede ders verecek yetkinliğe sahip kişiler. İki üç kitabı ya da beşon makaleyi derleyip üstünkörü yazılan tezlerle derece alan profesör unvanlı kişilerle bilgili, yaratıcı ve yenilikçi bir nesil yetiştirebilmek mümkün değil.

GÖÇ LİSE DÜZEYİNE DÜŞTÜ

Bizler gençken, olanağı olan yurtdışına lisansüstü eğitime gitmeye çabalardı. Daha sonra, üniversite çağına gelmiş gençlerin yurtdışında bir üniversiteye gitme eğiliminin arttığını gözlemledik. Şimdi, olanağı olanlar çocuklarını lise eğitimi için yurtdışına göndermeye çalışıyor. Bu gelişmeleri Türkiye’nin zenginleştiği ile ya da yurtdışındaki eğitim sisteminin bizim çocuklara daha açık olmasıyla açıklayamayız. Ekonomik olanaklar elbette önemli. Ama, yurtdışına öğrenci ihraç etmemizin asıl nedeni Türkiye’deki eğitim sisteminin her aşamada içine düştüğü acınacak durum.

Türkiye’nin bir avuç üniversitesinde ve yurtdışında gurur duyduğumuz pırıl pırıl Türkiyeli gençler yetişiyor. Bu gençleri Türkiye’de istihdam etmek de, daha önce gidenleri Türkiye’ye çekebilmek de artık giderek güçleşiyor. O kadar ki, bazı gençlerimizin okudukları konularda Türkiye’de istihdam olanağı dahi yok. Beyin göçü denen olgu eskiden Türkiye’de okuttuğumuz insanların yurtdışında çalışmalarıydı. Şimdi beyin göçü lise çağındaki gençlerde söz konusu. Üretimin en önemli girdisi kaliteli insan kaynağından giderek mahrum kalan bir ülke konumuna geliyoruz. Bu konumda, nasıl yenilikçi ve yaratıcı olacağız da, katma değeri yüksek ürünleri üretir duruma geleceğiz?