Advertisement

"Düşük para politikası faizi ve yüksek munzam karşılıklar" olarak özetlenebilecek uygulamadaki para politikasının doğal bir sınırı var.
Teorik olarak para politikası faizi, bazı gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, sıfıra kadar inebilir. Uygulamada ise, galiba sınıra gelindi. Zaten artış eğilimindeki faizler karşısında Merkez Bankası'nın politika faizini daha fazla düşürmesi "ironi" olurdu.
Teorik olarak munzam karşılıkları artırmanın da bir sınırı var. Munzam karşılıklar yüzde 100 denebilir. Bunun anlamı tüm bankacılık kesiminin aktiflerinin çok büyük bir bölümüne Merkez Bankası'nın el koyması olur. Uygulamada ise, para otoritesinin bankaların sağlığını ve kârlılığını düşünmesi gerekir. Sonuçta, para politikası uygulamalarının arzulanan sonuçları verebilmesi için Merkez Bankası'nın sağlam (öz kaynakları güçlü) ve sağlıklı (kârlı) bir bankacılık sistemine ihtiyacı var.

SINIR GÖRÜNDÜ
Munzam karşılıklarda en üst sınır yüzde 15'e kadar geldi. Bu düzeyde bir munzam karşılık bankaların topladığı mali kaynakların yüzde 85'ini kullanabileceğine işaret ediyor. Maliyeti sıfır dahi olsa, bankaların bu kaynakları kullanarak elde edecekleri getiri munzam karşılığın sıfır olmasına göre yüzde 15 düşmüş oluyor. Sonuçta, munzam karşılıklar bankacılık sektörü üzerinde bir çeşit vergi işlevi görüyor.
Her vergi uygulamasında olduğu gibi, verginin yükü alıcı ile satıcı arasında paylaşılır. Bankalar için kaynak maliyeti artarken, bankaların müşterileri için de kredi maliyeti ve diğer maliyetler artacaktır. Bankaların kâr marjı düşecektir.
Her ne kadar toplum olarak bankaların kâr etmesinden pek hoşlanmasak da, bankalar nakit sermaye zengini olduklarından, doğal olarak sermayelerine makul bir getiri (örneğin, Hazine bonosu faizleri kadar) elde etmek zorundadırlar. Sermayesine makul bir getiri elde edemeyen bir bankacılık sisteminin sermayesini eritmesi kaçınılmazdır. Bu sistemin sağlıksız olduğuna işaret eder. Sermayesi yetersiz bir bankacılık sisteminin ise ayakta kalması mümkün değildir. Bu da sistemin güçsüzlüğüne işaret eder. Kâğıt üzerinde kâr etmiş gibi görünüp de, aslında zarar eden bankacılık sisteminin 2001 yılında ne hale geldiğini görmüştük. O döneme gelene kadar bankalarımızı sağlıklı sanırdık!
Yapılan hesaplara göre, uygulamadaki para politikası bankacılık sisteminin toplam kârlılığını 4 milyar liradan fazla azaltacak. 2010 yılında gerçekleşip de devamlılığı olmayabilecek kârları da düştüğümüzde, geçen yıla göre, bu yıl bankacılık sektörünün toplam kârı büyük bir olasılıkla 15 milyar liranın altına gelecek. Öz kaynak kârlılığı da, olağanüstü bir durum olmazsa, Hazine bonosu faizlerinin düzeyinin çok az üzerine gelmiş olacak. Bir anlamda, bankacılık sektörünün kârlarını düşürmeye yönelik para politikasının da sınırına gelinmiş görünüyor.

RİSKLERE DİKKAT
Kâr marjlarının daralması, öz kaynak kârlılığının düşmesi gibi olgular genelde bankaları daha fazla risk almaya iter. Hiçbir banka yönetimi kârlılığın düşmesinden hoşlanmaz. Hiçbir banka hissedarı, nedeni ne olursa olsun, koyduğu sermayeye elde ettiği getirinin düşmesini istemez. Doğal olarak, banka idaresi de, banka sermayedarı da, daha fazla risk alarak getirinin artırılmasına çalışır. Düşen kâr marjı hacmi artırarak telafi edilmeye çalışılır. Bankacılığın sağlığı açısından bu riskli bir yoldur.
2010 yılında elde edilen kârların önemli bir bölümü zaten risk düzeyinin artırılması ile elde edilmişti. Şimdi, geçen yılki kârlılık düzeyine yaklaşabilmek için bankaların daha fazla risk alması tatsız sonuçlar doğurabilir.
Para politikası her derde deva bir politika değildir. Para politikasının gücü ve etki alanı sınırlıdır. Dolayısıyla, bu sınırı zorlama adına bankacılık sistemini hırpalamak sonunda para politikasını daha da sakat hale getirebilir. Para politikası kendi attığı kurşunla kendini vurabilir.