Avrupa ülkelerinin borç sorunları yavaş yavaş çözülüyor. Almanlar ikna edilmiş gibi görünüyor ama bir önemli konu hâlâ ortada.
O da Euro Bölgesi’nde rekabetçilik sorunu.
Bölge’nin kuzey ve güneyindeki ekonomiler arasında rekabet düzeyi açısından önemli farklar var. Güneyde yer alan İtalya, İspanya, Yunanistan ve Portekiz’e İrlanda’yı eklediğimizde bu ülkeler kuzeyin kaplanı olan Almanya’nın rekabetçilik gücünün çok aşağısında bulunuyorlar.
Rekabet “birim işgücü maliyeti” ile ölçülüyor. Bu ise bir işçinin bir saatte ürettiği mal ve hizmet içindeki maliyeti şeklinde tanımlanıyor.
Grafikten de izleneceği gibi son on yılda Almanya’nın birim işgücü maliyeti düşerken diğer “Güney Ülkeleri”nde önemli artışlar olmuş. Aradaki fark kriz başlangıcına kadar süratle fazlalaşmış.
Şimdi Almanya, Euro’nun rekabet farklılıklarını giderme gibi bir rolü olmaması nedeniyle, rekabet gücünün işgücü piyasalarında gerçekleştirilecek yapısal reformlar yardımıyla arttırılmasını istiyor.
Prensip olarak Euro Bölgesi gibi bir parasal birlikte, rekabeti artırmanın verimliliği yükseltmekten geçtiğini, verimlilik artışının ise birim işgücü maliyetini düşürmek anlamına geldiğini tekrarlıyorlar.
İşte Almanlar bunu güneydeki ülkelere uygulatmak için bastırıyorlar. “Çalışanlara daha az ücret ödeyin, işgücü piyasasını esnekleştirin ve ben ne yapıyorsam siz de onu yapın” diyorlar.
İşte tam burada işler karışıyor.
Para politikasında hiçbir sözü olmayan ve düştükleri borç krizi sonucu kamu maliyesinin iplerini Almanya’nın isteklerine bırakmayı zor da olsa kabullenen “Güney Bölgesi Ülkeleri”, politik açıdan çok hassas olan işgücü piyasasını ve ücret belirleme rejimini Almanların direktifleriyle yapmak istemiyorlar.
Almanya ise bunu borç sorununu çözme planının bir parçası olarak görüyor.
İşte Euro Bölgesi şimdi sırat köprüsünden geçiyor. “Avrupa Birliği ya da daha spesifik olarak Euro Bölgesi’ndeki ülkeler Alman hâkimiyeti altında yaşamanın zorluklarını tek tek tadıyorlar.
Bakalım bu konu mart ayı sonuna kadar nasıl çözümlenecek?
Yeni statlara gerek yok ama…
Yavuz Semerci günlerdir yazıyor. İstanbul’da her spor kulübünün kendisine ait bir stada sahip olmasının gereksizliğini örnekleriyle ortaya koyuyor.
Kendisini destekliyorum. 52 bin kişilik Telekom Arena ve onun biraz ötesindeki 75 bin seyirci kapasiteli Atatürk Olimpiyat Stadyumu, Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın bir yıl içinde yapacakları tüm maçlarını kolaylıkla gerçekleştirebilecekleri yerler.
Altyapı sorunları çözümlendiğinde ya da küçük yatırımlarla İstanbullu futbolseverlere yıllarca hizmet verebilirler.
Ancak iş öyle değil. Profesör Anne Krueger’in tanımlaması ile Türkiye rant arayanlar ülkesi.
Şimdi gerek Beşiktaş gerekse Fenerbahçeli yöneticiler ek ya da yeni inşaatlar peşinde. Sayın Semerci buradan ne kadar rant sağlanacağını ve kaynakların nasıl heba edileceğini rakamlarıyla sıralıyor.
Kimse de bunlara durun diyemiyor. Tam aksine yardımcı olmak için birbirleriyle yarışıyorlar.