Advertisement

Geçen haftayı ABD’nin batı yakasında geçirdim. San Francisco’dan 100 km yukarıda Sonoma Vadisi’nde, üzüm bağları arasında yapılan bir düğüne katılmak için buralara geldik. Gelin tarafından akrabalığımız bizi Amerika’nın batı sahillerini bir kez daha ziyaret etme fırsatını verdi. THY’nin İstanbul-Los Angeles direkt uçuşları bu kadar uzun bir yolu adeta kısaltıyor. Gerek hizmetinin kalitesi gerekse uçakların yeniliği bu rekabetçi ortamda THY’ye avantaj sağlıyor ve boş yer olmadan uçuşlarını gerçekleştiriyor. THY’nin bir avantajı da bavul sayısında ve ağırlıklarında esnek davranması. Bazı şirketlerin Atlantik uçuşlarında uyguladıkları tek bavul şartı ve 50 kilo ağırlığın üzerindeki bavullar için ek ücret talep etmesi THY’ye avantaj sağlıyor.

Los Angeles’tan San Francisco’ya karayolu ile giderken iki nokta dikkatimi çekti. Birincisi yolun bozuk kalitesiydi. Bu kadar işlek bir karayolunun zemininin kötü olmasını ABD’nin yaşadığı borç ve bütçe sorunlarına bağladım. İkincisi ise yol üzerindeki Joaquin Vadisi’ydi. Bu vadi ABD’nin tarım ve hayvancılık sektörüne verdiği önemi bir kez daha gözler önüne seriyordu. Bir zamanlar kurak arazilerden oluşan Joaquin Vadisi, daha sonra kamu aracılığıyla yapılan 75 km uzunluğunda bir su kanalıyla yeryüzünün en verimli bölgelerinden birisi haline dönüştürülmüş. Narenciye başta olmak üzere ABD’nin toplam tarım üretiminin yüzde 13’ü buradan sağlanıyormuş. Su kanalı nehir genişliğinde. İçi su dolu. Ara sıra “Su iş demektir” şeklinde anlamlı levhalara da rastlıyorsunuz. Yol boyunca koyun ve büyükbaş hayvanlardan oluşan besi çiftliklerine rastladık. Oldukça büyüktüler. Bunlardan birinde1 milyon hayvan varmış. İnanılacak gibi bir rakam değil.

San Francisco ve Sonoma Vadisi’nde beklemediğimiz bir soğuk havayla karşılaştık. Bize Mark Twain’in, “Hayatımın en soğuk günlerini San Francisco’nun yazlarında yaşadım” sözünü anımsattılar. Adam haklıymış. Ağustos ayında akşamları bir anda 10 derecenin altına düşen hava sıcaklığını başka bir yerde bulamazsınız. Bize de üşümek düştü.

Yolumuzun üzerindeki San Simeon’da bir gece konaklayıp, sabah William Rondolph Hearst’ın şatosunu gezdik. William Rondolph Hearst ilginç bir şahsiyet. 1863 ile 1951 yılları arasında yaşamış. 20’nci yüzyılın başlarından itibaren medyayla ilgilenip, sonunda ABD medyasının en güçlü kişilerinden birisi olmuş. Sarı gazetecilik denilen ve sansasyon, yalan haber üretme, gerçek olmayan öyküler yaratma anlamında kullanılan terimin babası Hearst. Denizi tepeden gören ve etrafında hiç kimsenin olmadığı 97 bin hektar arazi üzerine 10 yılda kurulmuş bu şatonun 65 odası var. Birçok ünlüyü burada ağırlamış. Ölümünden sonra ise şatoyu ve araziyi devlete bırakmış. Kafama takılan soru bu kadar serveti nasıl yaptığıydı. Yanıt ise çarpıcıydı. Hearst, 1929 krizi önce kazandığı paraların tamamını altına yatırmış. “Ben kâğıda güvenmem” dermiş. 1929 krizi sonrasında birçok işadamı batarken, altın büyük değer kazanınca Hearst’in de serveti inanılmaz boyutlara çıkmış.

Los Angeles hava sahası helikopterle dolu. Önce işadamlarının trafik sıkışıklığını aşmak için bu yola başvurduğunu düşündüm. Yanlışmış. Helikopterlerin çoğu medyaya aitmiş. Bir olay olduğunda o noktaya çok daha çabuk ulaşıp canlı yayın yapmak için bu yöntemi kullanıyorlarmış. Amerika’nın batı sahilleri doğudan oldukça farklı. Ya da bana öğle geldi. Geçen hafta dünya finans piyasalarında ortaya çıkan krizi orada yaşayanlar gibi ben de fazla hissetmedim(!).