Son küresel krizin ardından sanayileşmiş ülkelerin merkez bankaları, piyasalara para pompalıyorlar. Bilanço büyüklükleri, artık trilyonla ifade edilen rakamlara ulaştı. Eskiden bizler TL için trilyon birimini kullanırken, yabancılar anlamakta zorluk çekiyorlardı. Şimdi dolar ve Euro için trilyon deyince garipsenmiyor. Kriz böyle bir şey. İnsana akla gelmedik, bir zamanlar telaffuzu bile imkânsız olanları kabul ettiriyor. Merkez bankalarının para basmasını “korkunç” diyenler, şimdi FED ve AMB’nin parasal genişleme programları için zamanlama tahminleri yapıyorlar. Hatta gerek yok diyen yetkilileri de işi bilmemekle, ekonomideki gelişmeleri doğru tahlil edememekle suçluyorlar.
GELİR YERİNE BORÇ ARTIŞI
Bu tartışmaların arkasında çok basit bir gerçek var. Ekonomiler istendiği kadar hızla büyümüyor. Çünkü Avrupa ve Amerika’da tüm kesimler aşırı borç yükü altında. Şirketler, insanlar ve kamu borçlarını geri ödeyebilmek için harcamalarını büyütmüyorlar. Türkiye de bu trendin dışında kalamadı. Örneğin, 2002 yılında hanehalkının toplam borcu 6.6 milyar liraydı, 2011 sonunda 227 milyar liraya ulaştı. Konuyu daha anlaşılır hale getirebilmek için basit bir ekonomik denklemi hatırlatayım. Ekonomide toplam gelirlerden çok harcanabilir gelir önemlidir. Diğer bir deyimle, toplam gelire maaş, ücret, kira ve faiz gelirleri, ailenizden gelen yardımlar ve devletten alınan sosyal yardımlar dahildir. Bundan devlete ödenen vergi ve sosyal güvenlik primlerini çıkarırsanız elinizde kalan paranın hepsi harcanabilir. Geliriniz harcadığınızdan fazla ise bir bölümünü tasarruf edersiniz. Ama önceden alınan bir borcunuz varsa durum biraz değişir. Geri ödemelerini yapabilmek için, eğer gelirinizde bir artış yoksa harcamalarınızı azaltmak zorunda kalırsınız. O zaman da ekonomi istendiği kadar büyüyemez.
YENİDEN BORÇLANMAYA TEŞVİK
Bugün gelinen aşamada Batı’da aileler yeniden borçlanmak istemiyorlar. Olabildiğince borçlarından kurtulmanın mücadelesini veriyorlar. Yaşlılıklarını daha rahat geçirebilmenin hesaplarını yapıyorlar. Politika yapıcılara, “Bize geri ödemek zorunda kalacağımız yeni krediler değil, daha fazla gelir sağlayacak politika seçenekleri sunun” diyorlar. Ancak gelirleri artırmak, hızla büyümeyen bir ekonomide çok kolay değil. Dünyada rekabet çok fazla. Maaş ve ücret artışı rekabetçi dengeleri olumsuz etkiliyor. Gelir artışında kısıtlar oluşunca, karar alıcılar “Size ucuz faizli, uzun vadeli borç verelim” demeye gelecek önerilerin peşine düşüyorlar. Daha önce aşırı borçlanan kesimler böylelikle biraz rahatlatılmaya çalışılıyor. Sanki ucuz borçlar, zamanı geldiğinde geri ödenmeyecekmiş gibi bir hava oluşturuluyor. Bu sayede banka bilançolarının düzelmesine de yardımcı olunuyor. Tahsili zorlaşan kredi alacakları yeni borçlarla değiştirilerek, zaten büyük darbeler yemiş olan aktif yapısı kısmen düzeltilmiş oluyor. Ama asıl amaç olan harcama ve ekonomik büyümeye katkı konusunda istenen sonucun alınması zamana bırakılıyor. Ta ki, kamu mali dengeleri düzelinceye kadar. O zaman fiskal açıklar azalıp bütçenin ihtiyaçları azalınca ya vergiler düşürülecek ya da sosyal transferler artırılacak. Sonunda insanların harcayabilecekleri gelirleri büyüyecek. Ekonomik büyüme ivme kazanacak.
Konuyu fıkrayla bitireyim.
“Yaşı haylice geçkin bir hanım, üçüncü katın penceresinden sarkarak seyyar balıkçıya seslenir:
- Baksana çocuğum, balıkların taze mi?
- Taze ne demek hanımefendi, hepsi canlı bunların.
- Sana taze mi diyorum çocuk cevap versene?
- Hepsi canlı dedik ya!
- Üf be çocuk, ben de canlıyım ama taze miyim?!!”
Kıssadan hisse: İkisi de cepteki para olsa bile, gelirle borç aynı şey değildir.