Advertisement

Dünyada Nisan 2009'da başlayan ve Mayıs 2013'te biten dönemin ardından, bizim de içinde bulunduğumuz, yükselen piyasa ekonomilerinde (YPE) büyük dalgalanmalar başladı.
2008 krizi sonrası sorunları aşabilmek için, başta FED olmak üzere, gelişmiş ekonomilerin merkez bankaları parasal genişlemeye gittiler. Krizin faturasının bir bölümünü YPE'nin üzerine yükleyebilmenin yollarını geliştirdiler. Hatırlarsınız, o günlerde dünyayı YPE kurtaracaktı.
Trilyonlarca dolarlık yatırımlar YPE'ye yönlendirildi. Hisse senedine, kamu kâğıtlarına yatırım yapanlar, doğrudan fabrika yapan yatırımcıların önüne geçti. Borsalar tavan yaptı. Diğer birçok ülkede olduğu gibi, o zaman 40 binli seviyelerde olan İstanbul Borsası, Mayıs 2013'te 92 binli rakamları gördü. Türkiye'ye bu dönemde 150 milyar dolardan fazla sıcak para geldi.
Hızla artan döviz girişleri yerel paraların değer kazanmasına yol açtı. Bunun doğal sonucu ithalat patlaması oldu. Emtia ihracatçısı olmayan YPE'nin dışındakiler ihracatta teklemeye başladılar. Çünkü klasik ihraç pazarlarında, sanayileşmiş ülkelerde, kriz vardı. Cari açıkları büyüdü. Dert etmediler. Nasıl olsa ucuz döviz geliyordu, "Finanse edildiği sürece cari açık sorun olmaz" safsatasına inandılar.
İnançları öylesine derinleşti ki, ülkeleri için gerekli olan yapısal reformları bilinçli olarak ötelediler. Yapısal tasarruf açıklarının ucuz döviz kaynağıyla kapandığını gören siyasetçiler, reform yerine büyümeye gaz verdiler. Reformların kısa vadede büyümeyi yavaşlatacağını gören vizyonsuz karar alıcılar; üretimi ve verimliliği doğrudan artıracak olanlar yerine halkın gözüne hoş gözükecek ama dış kaynağa bağımlı projeleri seçtiler. Böylelikle ekonomiler her geçen gün daha fazla dövize bağımlı bir yapıya dönüştürüldü.
Şimdi FED para musluklarını kısacak. Açıklamalarıyla dünya piyasalarını hazırlıyor. "Önlemlerinizi alın" diyor.

YENİ PARADİGMA
Yani dövize bağımlılığı artan YPE için yeni bir döneme giriyoruz. Ekonomistler her gün değerlendirmeler yapıyorlar. Bazı raporlarda ülkeleri bölmüşler; cari açığı ve döviz ihtiyacı yüksek olanlar (Türkiye); sadece bütçe açığı olanlar (Mısır, Venezüella); cari açığı ve bütçe açığı olanlar (Hindistan, Sırbistan, G.Afrika). Her grubun yeni dönemde faklı sorunlar yaşayabileceğini öngörüyorlar.
Bizim için en çok üzerinde durulan konu, dövize olan aşırı ihtiyaç. İhtiyacı, bazılarının iddia ettiğinin aksine, sadece cari açık belirlemiyor. Yanı sıra dış borç geri ödemeleri ve sıcak para çıkışlarındaki talep de hesaba katılıyor. Bunların toplamını karşılayacak kadar yeterli döviz rezervimizin olup olmadığını araştırıyorlar. Yapılan karşılaştırmalarda en kötü değiliz. Ama ilk üç içindeyiz.
Anlayacağınız sorun bize özgü değil. Bununla beraber, diğerlerinden farklı olarak içinde bulunduğumuz yapı nedeniyle Türkiye'de kur istikrarı öne çıkıyor. TC Merkez Bankası'nın başarmaya çalıştığı, döviz kurundaki aşırı oynaklıkların azaltılması politikası bir yere kadar doğru seçenek. Çünkü, büyük bir bölümü reel sektör şirketlerine ait olan toplam döviz açığı 445 milyar doları bulunca yapacak başka bir şey kalmıyor.
Kurlardaki aşırı oynaklığı azaltmak için dövize olan talebi sınırlamak lazım. Bu bağlamda etkili olacağı düşünülen; BDDK'nın kredilere yönelik önlemlerini ve TCMB'nin faiz kararlarını beraber ele alınca, iç talepten beslenen büyümenin yavaşlatılmaya çalışıldığı anlaşılıyor. Eğer kurdaki değişim ve Avrupa ekonomilerindeki iyileşme önemli bir ihracat ivmesi kazandıramazsa, büyüme tahminleri aşağı yönde revize edilir.
Tabii rezervler daha fazla eritilmeden kurlar bu seviyede durdurulabilirse... Aksi halde başka bir hikâyeye geçeriz.