Advertisement

Türk Bankacılık Sektörü, 2001 krizinden bu yana en büyük sınavlarından birini veriyor. Bu sınavdan nasıl çıkacağını göreceğiz. Bir yandan Küçük-Orta-Büyük ölçekli şirket kredilerindeki batıklar, diğer yandan bu kredilerin batığa dönüşmemesi için sürdürülen "yapılandırma/yüzdürme" faaliyetleri, beri tarafta krediye giderek susayan reel sektör.

Bankaların işi zor, şirketlerin ise daha da zor.

Önce, buraya nasıl geldik, onu hatırlatalım:

10 yıl önce Türk Ticaret Kanunu "sil baştan" yenilenirken, hayli umutlanmıştık. TBMM komisyonlarına, alt komisyonlarına ve genel kuruluna sunulmadan önce yazılan taslak, Türk Ticaret Sisteminin eksiksiz bir manifestosu olarak kurgulandı. Eğer, sözkonusu ilk taslak olduğu gibi TBMM Genel Kurulu'ndan geçmiş olsaydı, bugün bankaların batık, kötü veya geri dönmesi zor kredileri bu kadar artmayacaktı, şirketler de bu kadar kredi susuzluğu çekmeyecekti.

Ancak, Türk Ticaret Kanunu taslağı, TBMM'ye giderken, TBMM görüşmeleri esnasında ve sonrasında adeta "delik deşik" hale getirildi. Taslak, ilk haliyle yasalaşmış olsaydı, bugün Türk Reel Sektörü, daha rekabetçi bir görünüm kazanmış olacaktı. Olmadı. Çünkü, taslağın her bir unsuru değişik kesimlerin ihtiyaçlarına uygun hale getirildi.

Daha açık ve basit bir söylemle dile getirecek olursak; taslak delinmeden geçmiş olsaydı, şirketler, o şirketleri var eden "sahiplerinin ceplerinden çıkıp, kamunun(halkın) öz malı" haline gelecekti.

Küçük ve orta ölçekli şirketler yani KOBİ'ler ve OBİ'ler -iyi yönetilenleri tenzih ederek belirtelim- halihazırda şöyle yönetiliyor: Akşam şirketten çıkan patronla kasada oturan sekreter veya muhasebe elemanı arasında aşağı yukarı şöyle bir diyalog geçiyor:

-Kasada ne kadar para var, evladım?

- 250 bin TL efendim...

-Sen oradan bana 150 bin TL ver...

-Ama efendim, yarın 200 bin TL ödememiz var...

-Sen ver evladım, yarın onu tamamlarız...

Diyalog burada biter, patron parayı alır gider, harcar. Ertesi gün alacaklı arar. Patron, sekreter veya muhasebeci telefonlara çıkmaz. Borç ödenmez. Bu diyalog aşağı yukarı haftada birkaç kez yinelenir. Her seferinde patronun dediği olur. Borçlar artar, alacaklılar hukuk yollarına başvurur. Dosyalar kabarır, borç daha da kabarır. Derken, patron bankanın kapısını çalar, kredi ister. Banka, "teminatınız var mı efendim" diye sorar. Patron, "şurada şu kadar arsa, burada bu kadar gayrimenkul, şu kadar makina-ekipman filan" der ve ipotek edilerek kredi alınır. Kredi borçlara gider. Bu arada patronun alışkanlıkları aynen devam eder. Borç artar, teminatlar ucuzlar ve giderek tükenir, şirket daha fazla kredi alamaz duruma gelir. Önce konkordato, sonra iflaslar... Bu arada banka krediyi "batık" hanesine yazar. Şirket batar, batan şirket bankaları aşağı çeker. Bu hikaye böyle sürer gider.

Ne zamana kadar?

Kırmızı alarm yanıncaya kadar.

Yukardaki senaryo KOBİ ve OBİ'ler için neredeyse benzer biçimde tekrarlanagelir ve sonsuza uzar gider.

Oysa, formül basittir: 

1)Şirketleri patronun cebinden çıkarıp kamunun(halkın) malı yapmak gerek

2)Yetmez; iyi bir muhasebeleştirme gerekir

3)Bu da yetmez; uluslararası kriterlere göre denetime tabi tutulur

4)Dahası, uluslarararası kriterlere göre denetlenen şirketler için uluslararası standartlarda "kredi notu" veren kuruluşlar devreye sokulur.

Bunlar yapıldıktan sonra, şirketler artık "teminat" göstererek değil, "bilançosuna ve kredi notuna göre kredilendirilir"

Bugün geldiğimiz noktada bunun işaretlerini görüyoruz: Türkiye, JCR Avrasya kuruluşunu satın alarak, bu adımı atmıştır. Dünyanın en büyük 4 kredi derecelendirme kuruluşlarından biri ile başlayan bu yolculukta, KOBİ&OBİ'ler "teminat" göstererek değil, "kredi notu"na göre krediye ulaşabilecektir. Paralel bir başka olumlu adım var. Kamu otoritesi, özellikle KOBİ&OBİ'lere "alacak sigortası" mekanizması getiriyor.

Şöyle düşünün: Şirketlerin "alacak sigortası" ile alacakları garanti altındaysa, kredi ihtiyaçları da "kredi notu"nun güvencesi ile desteklenmiş ise sorun yaşarlar mı?

Hayır.

Dolayısıyla, şirket sahibi ile sekreteri veya muhasebecisi arasında yukarda simüle ettiğimiz diyaloglar da yaşanmaz olur.

Gönül isterdi ki, bu düzenlemeler 10 yıl önce yapılmış ve biz reel sektörümüzde bugün gördüğümüz manzaraları görmemiş olsaydık.

Başa dönüp, nerelerde yanlış yaptığımıza bakalım: Türk Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunu ve Vergi Usul Kanunu yeniden ele alınmalı. Şirketler, uluslarararası kriterlere göre bilançosal denetlenmeli. Krediye ulaşma kriteri ise sağlam bilanço ve kredi notu olmalı.