Advertisement

 

Gün geçmiyor ki piyasaya yeni bir haber düşmesin. Ya yeni bir düzenleme, ya politika yapıcılardan yeni kararlar. Bugün de iki yeni uygulama gördük. Biri emeklilik fonları tarafında yapılan standart fonlara ve likit fonlara dair yeni düzenleme. Standart fonlarda asgari %10 hisse senedi ve likit fonlarda da minimum %25 hazine bonosu taşıma zorunluluğu. Buradan bono tarafına 2.5mlr TL, hisse tarafına da kabaca 500mn TL civarında bir geçiş olacaktır. Fonlara dair normalde bu tarz yönetim değişiklikleri ya da asgari uygulamalar dönem dönem olabilir. Arkasında da bir rasyonel olduktan sonra piyasa çok önemsemez. Geldiğimiz nokta bir miktar daha farklı gibi.

Alınan bir diğer karar ise TCMB tarafında, yabancı para mevduata/katılım fonlarına uygulanan zorunlu karşılık oranlarının tüm vade dilimlerinde 200 baz puan artırılması. Söz konusu değişiklik ile piyasadan yaklaşık 4,2 milyar ABD doları tutarında likidite çekilmesi beklenmekte. Bu kararın da birkaç amacı olabilir. Döviz rezervinizi artırmak istiyorsunuzdur o anlama gelebilir. Lakin herhangi bir banka, ROM tarafında tuttuğu dövizi TL’ye dönerek de, TCMB nezdindeki zorunlu karşılık yükümlülüğünü yerine getirmeyi tercih edebilir. Bu durumda rezerv değişmez. ROM’dan döviz çözülürse de, bu rakam zaten TL zorunlu karşılıklarda tutulması gerektiğinden, çünkü bu bir opsiyon mekanizması idi, bu sefer TL talebi de doğurur. Her türlü bir maliyet artışıdır. Bazı bankalar ROM yerine yurtdışı muhabir hesaplarındaki dövizi de kullanmayı tercih edebilirler. Özetle aslında bu uygulama ilk aşamada rezerve yarar gibi gözükse de, net değildir. Net olan tek konu bankalar için yabancı para fonlamanın maliyetli hale geleceğidir. Buradaki maksat, bu fonlamayı maliyetli hale getirelim ve dolarizasyonu azaltalım, bankalar TL mevduat toplamayı artırsın ise.. içeriden çektiğiniz her döviz normal şartlar altında sıkılaştırıcı politikadır. Her ZK artışı da sıkılaştırıcı adımdır. Burada da yine arzı azalan varlık yabancı paradır. Arzı azalan varlık da daha kıymetli olur. Dolayısıyla bugünkü usdtry’deki kısa vadeli harekete bakmak yanıltıcı olabilir. Konu rezerv artırmak ya da dolarizasyonu azaltmak ise, bu yöntemlerden ziyade daha uzun vade kalıcı uygulamalara ihtiyacımız var. Dolarizasyonla mücadele için döviz talebinin sebebine bakmalıyız. Sonuçlara ya da arz tarafına müdahale etmek, tedirginlik yaratma riski olduğundan, kalıcı fayda sağlamayabilir.

Nedir dolarizasyon? Esasen şuan Türkiye’de tam bir dolarizasyon yoktur. Ülke vatandaşları tüm parasal işlemlerini döviz ile yapmaya başladığında tam dolarizasyon olur. Bizde ise kademeli ama çok hızlanan bir dolarizasyon süreci vardır. Süreç dünyada her gelişen ekonomide benzer işlemekte. Yüksek bir enflasyonun eşlik ettiği dönemde, geliri eriyen vatandaşlar, daha istikrarlı bir para birimine kaymaktalar. İktisadi politikalara güven azaldığı dönemlerde de ülke vatandaşları gelirlerini koruma maksatlı döviz talep etmektedir. Türkiye’de 2011-2012’lerde döviz mevduatların, toplam mevduatlar içindeki payı %20’lerde iken bu rakam son dönemde %55’lere yaklaşmıştır. Bu da özellikle son 3-4 yıldır artan enflasyon, yavaşlayan büyüme ve oluşturulan iktisadi politikalara güvensizlik sebebi ile olmakta.

Dolarizasyonla nasıl mücadele ederiz? Uygulayacağınız politikaları kısa ve uzun vade olarak ayrıştırmak gerekiyor. Başarı sağlamak için her ikisini de, hem kısa vade hem uzun vade politikaları uygulamamız gerekiyor. Kısa vadede ilk yapmanız gereken serbest piyasa ekonomisinin işlediğine piyasayı ikna etmektir. Piyasa dostu politikalar dediğimiz konu, iyi regüle edilmiş bir piyasada regulasyonların da sürekli değişmediği ve oldukça sınırlı bir otorite müdahalesinden geçmekte. Otoriteler hergün herhangi bir piyasada belirgin müdahaleleri artırdıkça, piyasa oyuncuları bundan rahatsız olur. Neden? Çünkü bilgi akışında ve fiyatlamalarda görüş mesafeniz daralır. Fiyatlamayı anlayamadığınız ya da öngöremediğiniz varlıklardan/piyasalardan da uzak durmayı tercih edersiniz. Dolayısıyla amacımız TL’ye talebi yeniden artırmak (dolarizasyonla mücadele etmek) ise, öncelikle kısa vadede getirisi var gibi gözüken ama aslında piyasada daha fazla tedirginliğe sebep olan müdahaleleri bir kenara bırakmalıyız. Bu ise ancak bir başlangıç olur. Orta uzun vadede enflasyonla mücadele edemediğimiz her noktada karşımıza dolarizasyon çıkacaktır. Bu yalnızca Türkiye’ye has bir süreç de değil. Kaldı ki ülkemiz, 2001 sonrasında dolarizasyonla mücadeleyi de son derece başarılı gerçekleştirmiştir. TL’ye talebi ve güveni artırmak istiyorsak, enflasyonu gerçekten önce %15’lere ardından da %10’un altına getirmeliyiz. Bunun en birinci kuralı da para politikası yapıcısının bağımsızlığını koruması; ödün vermeden doğru ve etkin politika dizayn edebilme kabiliyetinin olmasıdır. Maalesef enflasyonla mücadele konusunda Türkiye’nin eli 2015, 2016 yıllarındaki kadar da rahat değildir. Enflasyonun yapısı bozulmuş; işin içine atalet kavramı gibi başetmesi son derece güç, beklentileri yönetmeniz gereken bir süreç daha girmiştir. Diğer yandan, bütçe açığının hızla arttığı bir dönemde de enflayonla mücadeleniz çok zordur. TL’ye talebi artırmak istiyorsak orta vadede hem bütçe hem enflasyonu düzeltmemiz şart. Bunun bir diğer adı da birbiriyle çelişmeyen tutarlı bir politika dizaynıdır. Risk primimizi bir nebze azaltmanın yolu da benzer süreçten geçmekte.