Prof. Dr. Ufuk Akçiğit: Araştırmacıların verimliliğini lisans öğrencisi sayısı aşağı çekiyor
Prof. Dr. Ufuk Akçiğit, YÖK'ün yayınladığı 2019 yılı üniversite karnelerini ve Türkiye'deki üniversitelerin akademik performansını değerlendiriyor.
EROL OYTUN ERCAN
Chicago Üniversitesi Ekonomi Profesörü Ufuk Akçiğit Türkiye'deki üniversitelerin akademik performansını ve Yükseköğretim Kurulu’nun yayınladığı 2019 yılı üniversite karnelerini değerlendirdi. Ufuk Akçiğit'in konuyla ilgili değerlendirmeleri şöyle:
YÖK'ün bu şekilde bir karne yayımlaması önemli ve kıymetli. Yüksek öğrenim için ciddi kaynaklar harcanıyor. ‘Bu harcamalarının karşılığında ne alıyoruz?’ sorusu önemli bir soru, bunu da anlayabilmek için yapılan harcamaların çıktılarının ölçülebilirliği önemli. Dolayısıyla bu şekilde karnelerin hazırlanması, hem üniversiteler hem akademisyenler için geri bildirimlerin olması açısından çok önemli. Biz nasıl öğrencilere karne veriyorsak ve geri bildirimin önemine inanıyorsak aynı şekilde üniversiteler ve akademisyenler için de bir geri bildirimin olması önemli.
Akademisyenler ve üniversiteler kendi yaptıklarını biliyorlar ama diğer üniversitelerin nasıl yaptığını ve nasıl bir verimlilik gösterdiğini bilmek onların göreceli olarak nerede olmalarını anlayabilmeleri açısından çok önemli. O yüzden bu karne uygulamasının önemli olduğunu düşünüyorum. İkinci defa yapılan bir uygulama bu, umarım daha da başarılı olur. Bunun düzenli olarak yapılması önemli.
"Üniversitelerin performansını ölçmek için verilere ihtiyacımız var"
‘İyi yapıyor muyuz?’ sorusu zamanla anlaşılabilecek bir şey. Bir toplum için üniversitelerin birden fazla konuda önemi var. Üniversitelerin çıktısı da birden fazla. Üniversitelerin performansını ölçerken makale sayısına bakmak sadece bir gösterge. Ne kadar öğrenci yetiştirdiği bir başka gösterge, öğrencilerinin iş dünyasında nerelere geldiği başka bir gösterge, üniversitelerin kendilerine nasıl kaynak yaratabildiği bir başka gösterge, dünyaya yaptıkları etki bir başka gösterge. Dediğim gibi bu çok boyutlu bir şey olduğu için bir yerden başlamak gerekiyor. O yüzden ben herhangi bir başlangıcın, hiç başlamamaya göre daha kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Her alanda yapılan çalışmada şu çok önemli: Bir şeyleri veriye dökebilmemiz, ölçebilmemiz gerekiyor. Ölçemezsek onun karşılığında ne aldığımızı göremeyiz. O zaman da kıyaslanabilirlik çok zor bir hale geliyor. Dolayısıyla bizim sistematik olarak veriye ihtiyacımız var. ‘Üniversiteye yapılan harcamalardan bir toplum olarak ne gibi dönüşümler alıyoruz?’ sorusunu cevaplayabilmek için işi verilere dökmemiz gerekiyor.
Siz nerenin araştırmasını yaparsanız yapın ilk başta veriler her zaman sorunludur. Bu, işin doğası gereği böyledir. Dolayısıyla verilerin sorunlu olabilme olasılığı bizleri korkutmamalı, başlamak için bize bir engel yaratmamalı. Önemli olan sorunlu da olsa bir yerden başlayıp şu an yaptığımız gibi tartışmalarla şu ana kadar kullanmış olduğumuz verilerdeki eksiklikleri anlayıp, bunları ortaya koyup, sorunlar gidermek. Dediğim gibi ben bu çalışmanın çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.
"Teknoloji geliştirmek kadar teknolojileri yaymak da önemli"
Üniversitelerin önemi çok boyutlu. Ekonomik açıdan iki öneminden bahsedelim. Bir tanesi, eğer siz inovasyon bazlı büyümek istiyorsanız bu işi sadece şirketler üstlenmez, aynı zamanda şirketlerin dirsek temasında olacakları ya da onlardan öğrenecekleri yüksek öğrenim kurumları da, araştırma enstitüleri de önemli. Şirketler Ar-Ge çalışmalarıyla uygulamalı bilimleri üzerlerine alıyorlar ama bir de üniversitelerde yaratılan temel bilimler var. Biz çok temel bilgileri ortaya çıkarmadan günlük hayatımızda kullandığımız aletleri geliştiremezdik. Dolayısıyla geliştirmeler hep üniversiteden başlıyor. Bir ülkede inovasyonların üzerinde oluşacağı temel bilimlerin oluşması için üniversitelerin rolü çok önemli. Dolayısıyla bir ülke olarak inovasyon bazlı büyümek istiyorsanız bir ülkede üniversiteleri göz ardı edemezsiniz.
Firmalar gayrisafi milli hasılaya oranla ne kadar Ar-Ge harcaması yapıyor?’ sorusunun haricinde üniversitelere ne kadar kaynak ayrılıyor sorusu da çok önemli.
İkincisi de bir ülkede teknoloji geliştirmek kadar teknolojileri yaymak da önemli. Biz tabii ki yeni inovasyonlar, yeni teknolojiler gelsin isteriz ama bunun sadece bir firmanın ya da bir kişinin elinde olması yetmez. Biz benzer teknoloji ve ürünlerin üretilmesini isteriz ki hem kalite hızlı bir şekilde artsın, hem de maliyetleri düşsün. Maliyetleri düşerse bunun tüketicilere de çok büyük refah getirisi var. Peki teknolojileri nasıl yayacağız? Bunu yayabilmenin yolu bir ülkedeki firmaların gelen yeni teknolojileri emebilmesi gerekiyor. Bunu da yapabilmek için sizin kalifiye mühendisleriniz olması gerekiyor. İşte bu iyi eğitimin sağlanacağı yerler üniversiteler.
Dolayısıyla ‘Firmalar gayrisafi milli hasılaya oranla ne kadar Ar-Ge harcaması yapıyor?’ sorusunun haricinde üniversitelere ne kadar kaynak ayrılıyor sorusu da çok önemli.
"Ayrılan bütçenin %70'i personel harcamalarına gidiyor"
Yakın zamanda yayımladığımız Türkiye Bilim Raporu’nda da sorduğumuz sorulardan biri de buydu aslında. Yani ülke olarak gayrisafi milli hasılanın ne kadarını yüksek öğrenime harcıyoruz ve bu harcama diğer ülkelere kıyasla ne durumda sorusunu sorduğumuz zaman Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında çok da kötü durumda olmadığını görüyoruz. Miktar açısından bakıldığında yüksek öğrenime ayrılan kamu kaynakları açısından çok da geride değiliz. Hatta ortanın üstünde görünüyoruz. Ama nicelikten ziyade niteliği de sorgulamamız gerekiyor.
Ne kadar harcandığının yanında bunun nerelere ve nasıl harcandığı da önemli. Örneğin ayrılan bütçenin yüzde 70’lik kısmı personel harcamalarına gidiyor. Bu veri, laboratuvarlara, ekipmanlara ayrılan kaynağın sınırlı olduğuna işaret ediyor ya da konferansa katılım ve veri seti satın alma gibi seçeneklerin sınırlı olduğunu gösteriyor.
Kaynağın nasıl dağıtıldığı da önemli. Bu kaynak başarı bazlı mı dağıtılıyor yoksa herkese eşit kaynak dağıtımı mı yapılıyor? Genelde bu tip tartışmalarda kaynakların eşit dağıtılması konuşulur ama şunu da unutmamamız gerekir: Fırsat eşitliği vermekle daha sonra kendisini ispat edenlere başarı bazlı kaynak aktarılması arasında fark var. Her zaman her insana aynı kaynağı dağıtmak iyi bir fikir değil. Çünkü bu motivasyon yaratmaz. Ama eğer araştırmacıya “Yaptığın araştırmalarla şu kriterleri sağlarsan o zaman sana şu kaynakları vereceğiz” derseniz araştırmacı daha yüksek motivasyonla çalışır. Eldeki kaynakların ödül mekanizması olarak da kullanılması gerekiyor. Eldeki kaynakların herkese aynı ölçüde dağıtılması doğru değil. Alınan maaşlar ve terfi gibi konularda başarı bazlı bir mekanizma yaratılması gerekiyor. Dolayısıyla kaynakları o şekilde evrilmesi gerekiyor.
ABD’de Türkiye’nin aksine başarı bazlı bir skala uygulanıyor. Bu da insanlarda kendilerini yukarı çekmeleri için bir motivasyon yaratıyor.
"Sadece sayıya bakmak doğru değil, kaliteye de bakmak gerekiyor"
Bahsettiğimiz karnelerin öğrenemediğimiz kısımları var. Biz ne kadar öğrencinin mezun olduğu gibi verileri biliyoruz ama geçen sene yapılan harcamaların geri dönüşümü önümüzdeki yıllarda olacak. Dolayısıyla yapılan harcamaların etki analizi yapılırken çok dikkat edilmesi gerekiyor. Etki analizlerinin gerçekten ehil kişiler tarafından yapılması gerekiyor. Örneğin ekonometrik istatistiki analizlerle bunun ölçülmesi gerekiyor. Alanına göre yapılan yatırımların farklı profilleri oluşacaktır. Dolayısıyla alan bazlı detaylı analizler yapılması gerekiyor.
Türkiye Bilim Raporu’nda bazı bulgularımız vardı bu konularda ona değineyim. YÖK 2000 senesinde doçentlik kriterini değiştirdi ve belli miktarda yayın kriteri getirdi. Belli dergilerde üç yayın şartı koydu. Bu aşamada teknik bir şey söyleyeceğim ama bence önemli. Eğer sizin üçün altında yayınınız varsa kriter gereği doçentlik için üçün üzerine çıkmanız lazım. Ama bu kuralın geçtiği zamanda sizin üçün üstünde yayınınız varsa uğraşmanıza gerek yok, çünkü siz zaten kural geldiğinde kriteri sağlamış durumdasınız. Yeniden ekstra yayın yapmanıza gerek yok. Şimdi 2000 yılında üçten fazla yayına sahip olanlarla üçten az yayına sahip olan aynı yaştaki akademisyenleri ele aldığımız zaman, üçten az yayını olanların çalışmalarında artış görünüyor. Yani böyle bir düzenlemeyle siz insanları motive edebiliyorsunuz. Ama burada sadece sayıya bakmamız doğru değil, kaliteye de bakmak gerekiyor. Yayın yapılan dergilerin kalitesine baktığımız zaman 2000 senesinden sonra yayını az olanların grubu için bir düşüş görüyoruz. İnsanlar bu kriteri atlayabilmek için yayın yapılması en kolay dergilerde yayın yapmışlar.
Benzer bir etkiyi de TÜBİTAK’ın 2006’da getirdiği bir kriter için de görüyoruz. TÜBİTAK 2006’da doğal bilimler için uyguladığı bir programa sosyal bilimleri de dahil etti. Yani belli miktarda yayın yaptığınız zaman belli destekler vereceğini beyan ediyor. Bir anda yayın sayısı yukarı gidiyor, kalite ise aşağı düşüyor. Şu ana kadar ihmal ettiğimiz şeylerden bir tanesi gözümüzü kalite üzerinde tutmak oldu.
"Çok fazla yayın yaptığınız için Nobel alamazsınız"
YÖK’ün karnesine dönersek, çıktıların artması çok güzel bir şey. Fakat bunların da zamana yayılacağını düşünürsek ehil kişiler tarafından analiz edilmesi gerekiyor. Bu karne başlangıç aşamasında fakat 5 yıl sonra daha da etkin olacaktır. Bu karneyi etkin hale getirmek için 4-5 sene geri dönüp sorgulamak gerekiyor. Çünkü akademinin yayınları, ürünleri gecikmeli gelir. Bunları da unutmamak gerekiyor.
Dediğim gibi sayıların yukarı gitmesi çok güzel bir şey ama kaliteye de odaklanmak gerekiyor. Bazı durumlarda sayıları azaltıp kaliteyi artırmalıyız. Çok fazla yayın yaptığınız için Nobel alamazsınız.
Burada ABD’deki terfi sistemine bakmak gerekiyor. ABD’de terfi sistemi sayı bazlı çalışmıyor. Örneğin bizim Chicago Üniversitesi’nde yaptığımız eğer bir kişi yükselecekse onun bütün araştırmalarını didik didik incelemektir ve bunun dünyadaki uzmanlarından raporlar almaktır. Örneğin sizi, Erol Ercan’ı değerlendirirken “Erol Ercan kaç yayın yaptı?” diye hiçbir zaman sormayız. Biz “Erol Ercan’ın yaptığı araştırmalar kendi kuşağındaki araştırmacılara kıyasla ne kadar etkin durumda?” sorusunu sorarız. Bunu sorgulayabilmek için de bu alanlarda dünyadaki uzmanlardan mektuplar topluyoruz. Sizin iki tane de araştırmanız olabilir 12 tane de olabilir.
Kalite bazlı sistemi Türkiye’de uygulayabilmek zaman alacaktır, zordur ama ben bu konuda adımlar atılması gerektiğini düşünüyorum.
"Beşeri sermayeyi yerine getirmek zor ve zaman alan bir şey"
Benim daha önce yaptığım araştırmalarda gördük ki doktora programları çok önemli. Doktoradan çıkan kişilerin inovasyon üretmesi ve yeni teknolojiler geliştirmesi olasılığı çok daha yüksek oluyor. Dolayısıyla doktoralı insan yetiştirmek çok daha kıymetli. Ama doktora programının kalitesini ve sonrasında öğrenciyi doğru yerlere yerleştirme potansiyelini de sorgulamak lazım. Yani ekonomimiz buna hazır mı, doktoradan mezun olan kişileri doğru yerde kullanabilecek miyiz? Her ülkede kaynaklar kısıtlı. Önemli olan kaynakları doğru kullanmak. Biz genelde eldeki para doğru kullanılıyor mu diye sorarız. Ama eldeki beşeri sermaye doğru kullanılıyor mu onu da sormamız gerekiyor. Bu çok daha önemli bir soru çünkü beşeri sermayeyi yerine getirmek zor ve zaman alan bir şey. Bu, ülke içinde yüksek yetenekli kişilerin yetiştirilmesi ya da aynı profideki kişileri yurtdışından çekebilecek politikalarla ilgili.
Doktora konusunda Danimarka şunları yapmış. Danimarka bir noktada doktora programlarına maddi destek veriyor. Daha sonra firmalara doktoralı insanları işe almaları için devlet maaşlarının bir kısmını karşılayacağını belirtiyor. Yani iş dünyasını doktoralı çalışanlara alıştırabilmek için maaşlarının bir kısmını devlet üstleniyor. Bence inanılmaz kıymetli bir politika ve bu da işe yarıyor tabii ki. Bu insanlar işe giriyor ve inovasyonlara imza atıyor. Bizim de buralara bakmamız gerekiyor. Bu insanların istihdam edilebilmesi için ekonominin alıştırılması gerekiyor. İstihdam piyasası doktoralı insanlar için dar olduğundan bu işe özellikle el atmamız gerekiyor. Eğitim ve istihdam politikalarımızı yüksek eğitimli insanların istihdamına olanak sağlayacak şekilde oluşturmamız gerekiyor. Ekonomiyi buna alıştırana kadar bu destekleri vermemiz gerekiyor. Ekonomi buna alıştıktan sonra işler rayına oturacaktır.
"Doktora öğrencileri araştırmacıların verimliliğini yukarı doğru çekiyor"
Üniversitelerimizde ne yazık ki bir verimlilik kaybı yaşanıyor. Bilim Raporu’nda da detaylı olarak anlattığımız gibi araştırmacıların verimliliğinde bir durağanlaşma söz konusu. Burada şu soru önemli: Araştırmacıların verimliliğini ne belirliyor? Bunu cevaplayabilelim ki ona göre politikalar dizayn edelim. Bunun bir dolu sebebi olabilir ve her şeyi bir anda halledemeyiz. Dolayısıyla neyi önceliklendireceğimize bakmamız lazım.
Bilim Raporu’nda buna da baktık ve şunu gördük. Üniversitede araştırmacıların verimliliğini doktora öğrencileri yukarı doğru çekiyor, lisans öğrencisi sayısı ise aşağı çekiyor. Buna kendi hayatımdan da örnek verebilirim. Araştırmaları yapmak için benim en önemli girdim zaman. Benim oturup araştırmalarımı yapabilmem için zamana ihtiyacım var. Ama zamanım kısıtlı. Etrafımda benim dilimden anlayan doktora öğrencileri varsa bu benim zamanıma zaman katan bir şey oluyor. Doktora öğrencilerimizle dirsek temasında olarak çok daha fazla araştırma yapabiliyoruz. Bu, verimliliği artıran bir şey. Ancak akademisyenlerin bir görevi de ders vermek. Ama bu çizgiyi nerede çekmemiz gerekiyor. Ben ders verirsem araştırma için zamanım azalıyor. Ama bir sonraki jenerasyonu yetiştirmemiz için ders anlatmamız da önemli.
Burada yapılması gereken lisans öğrencisi sayısı artarken, kalifiye akademisyen sayısını da artırmak. Bundan daha da önemlisi akademisyenlerin tamamını ders vermek ve araştırma yapmak konusunda zorlamaktansa ders verme konusunda göreceli avantajı olan akademisyenlere ders yükünü verip, akademik hayatına yeni başlamış akademisyenlere araştırma yapabilmeleri için daha fazla zaman vermek gerekiyor. Bliyoruz ki araştırmacıların araştırmada verimlilikleri artırdıkları dönem ilk yıllardır. Mezuniyetinin ilk döneminde araştırmacılar yapa yapa öğrendikleri bir dönemden geçiyor. O dönemlerde insanların araştırmaya zaman ayırması çok önemlidir. O yüzdendir ki ABD’de işe aldığımız yardımcı doçentlerin ders yükünü neredeyse sıfıra indiriyoruz. Tabii böyle yapınca ortaya bir ders yükü çıkıyor, bunları da kariyerlerini oluşturmuş, ders konusunda efektif olan akademisyenlere kaydırıyoruz.
Biraz daha zaman harcasa büyük buluşlar yapacak bir kişiyi sınavlarda gözetmen yapmak ya da sınav kağıdı okutmak doğru bir yaklaşım değil
Akademinin içerisinde de farklı farklı görevler var. Biraz daha zaman harcasa büyük buluşlar yapacak bir kişiyi sınavlarda gözetmen yapmak ya da sınav kağıdı okutmak doğru bir yaklaşım değil. Kesinlikle idari alanlara ve araştırma alanlarına odaklanmış insanlara ihtiyaç var. Buradaki sıkıntı şu: İnsanlara kariyerleri konusunda tercih zorunluluğu sunulması ve bunun merkezi otorite tarafından belirlenmesi de sıkıntılı. Benim öğrencilerim arasında kimin neye yetenekli olduğunu en iyi ben bilirim. Çünkü ben onlarla doğrudan dirsek temasındaydım. Yetenek çok kısıtlı bir şey. İnsanlar yeteneklerini zaman içerisinde anlıyorlar.
ABD’de bizim çalışma şeklimiz şöyle: Kaynaklar bize veriliyor ve bu kaynakların nasıl kullanılacağına akademisyenler karar veriyor. Çok ciddi araştırma bütçeleriyle başlıyoruz. Araştırma ekiplerini ve nasıl ders vereceğimizi biz kendimiz belirliyoruz. Ama ben biliyorum ki bana verilen kaynakları verimli kullanmazsam bu kaynaklar elimden alınacak. Dolayısıyla kontrol mekanizmaları çok iyi çalışıyor. Ben kaynakları iyi kullanmazsam elime bir daha kaynak geçmez. Ama kararı kaynakları doğru kullandığım sürece ben veriyorum. Bunları üniversite ya da YÖK gibi bir kurum yapmıyor.
"Araştırmacılar kendilerine ek gelir sağlayabilmek için haftada 20-25 saat derse giriyor"
Ben esnek yapının çok önemli bir rol oynadığını düşünüyorum çünkü özel üniversitelerin yaptığı şeylerden bir tanesi de -sistemlerini daha sonradan kurdukları için- dünyadaki örneklerine bakarak daha iyi işleyen mekanizmaları, tam birebir olmasa da Türkiye’deki mevcut sisteme göre daha iyi bir şekilde getirmeleri. Bunun da çok önemli bir rol oynadığını düşünüyorum.
Örneğin, terfi mekanizmalarının ya da sözleşmeli akademisyenlerin sözleşmelerinin yenilenmesi, akademisyenlerin verimliliğine bağlı olduğu için insanlar kendilerini daha verimli tutmaya çalışıyorlar ya da özel üniversitelerin kaynakları daha fazla olduğu için akademisyenlerin ders yükü de ona göre azalıyor.
Özellikle devlet üniversitelerinde gözlemlediğim kadarıyla insanlar bir şekilde evlerine ekmek de götürmek zorundalar, romantik bir şekilde bilim yapacağım, aç kalacağım ama bilim yapacağım da hayatın bir gerçeği değil. Siz aç kalsanız aileniz var, yani ailenizi aç tutmak istemezsiniz. Dolayısıyla insanlar kendilerine ek gelir sağlayabilmek için ek dersler varmaya başlıyorlar. Öğretmenlik tabii ki çok kıymetli fakat üniversitelerin en önemli rollerinden bir tanesi de araştırma yapmaktır.
Türkiye’nin en öncü olan üniversitelerinde, örneğin ODTÜ’de ya da Boğaziçi’nde biliyorum ki araştırmacılar kendilerine ek gelir sağlayabilmek için haftada 20-25 saat derse giriyorlar. Bu inanılmaz yüksek bir rakam. Eğer haftada bu kadar saat derse giriyorsanız bu 25 saatinizi derse harcıyorsunuz demek değil, ders de hazırlamanız gerekiyor bunun haricinde, öğrencilerin maillerine cevap atmanız gerekiyor. O zaman siz bütün zamanınızı ders vermeye harcıyorsunuz. Bu gibi bir durumda da tabii ki araştırma yapabilmeniz mümkün değil.
Neden kaynaklanıyor bu? Kaynak eksikliğinden. İnsanlar araştırma yapmak istiyorlar ama bir taraftan da kendilerine gelir sağlamaları gerekiyor ve bunu da ancak ek dersler ile yapabiliyorlar. Buna zorunlu kaldıkları için de araştırmadan feragat etmeleri gerekiyor. Özel üniversitelerin en büyük avantajlarından bir tanesi daha fazla kaynağa ulaşımları olduğu için üzerlerindeki ders verme yükü daha düşük seviyelerde ve araştırmaya zamanları kalıyor.
Akademisyenlerin ortalama verimliliğine baktığımız zaman, akademisyenlerin verimliliği yardımcı doçent ya da doktor araştırma görevlisiyken artış gösteriyor, doçent oldukları zaman durağanlaşmaya başlıyor, profesör oldukları zaman ise aşağı gelmeye başlıyor.
Birinci olarak aradaki kaynak farkının ve ikinci olarak sistem farkının vakıf üniversitelerinde önemli rol oynadığını düşünüyorum. Terfiler ya da sözleşme yenilemeleri verimliliğe bağlı olduğu için -bunun örneklerini gördük- insanlar verimli olmazlarsa sözleşmeleri yenilenmedi Türkiye’de özel üniversitelerde. Genel olarak bizim terfi mekanizmalarımızın ya da insanların kaynaklara ulaşımının belirli bir kritere bağlanması gerektiğini düşünüyorum ama düzenli olarak zaman içerisinde değişen bir kritere bağlı olmalı.
Zaman içerisinde derken şunu söylemek istiyorum aslında: Doçent oldum, tamam bitti olmamalı ya da işte profesör oldum tamam bitti olmamalı. Olay sadece doçentlik, profesörlük ya da belirli bir sayıyı tutturmak olmamalı yani daha sonradan verilen araştırma bütçelerinin ya da maaş artışlarının insanların verimliliği ile ilişkilendirilmesi gerekiyor. Ne yazık ki bilim raporundaki en çarpıcı ve üzücü grafiklerden birisidir. Akademisyenlerin ortalama verimliliğine baktığımız zaman, akademisyenlerin verimliliği yardımcı doçent ya da doktor araştırma görevlisiyken artış gösteriyor, doçent oldukları zaman durağanlaşmaya başlıyor, profesör oldukları zaman ise aşağı gelmeye başlıyor. Yani eldeki mekanizmaya baktıktan sonra aslında bu bizi şaşırtmamalı.
Bunlar terfi mekanizmalarının ya da kaynak dağıtım mekanizmalarının çıktı odaklı olmamasından ya da başarı odaklı olmamasından kaynaklanıyor. Yani siz eğer bu yıl yaptığın araştırmalar sonrasında bu kadar kaynak alabilirsin ya da maaş zammı alabilirsin tarzında çıktı odaklı, tekrar ediyorum sayı değil kalite odaklı, yapılmazsa burada sıkıntı oluyor tabii ki.
Amerika'daki üniversitelerin bütçeleri çok ciddi boyutlarda, Peki bu kaynaklar nereden geliyor?
Üniversiteler ile özel sektörün iş birliği yapması çok önemli. Burada iki şeyden bahsetmek istiyorum. Amerika’dan yine örnek verecek olursak, buradaki üniversitelerin çok ciddi kaynakları var. Bütçeleri gerçekten çok ciddi boyutlarda. Peki bu kaynaklar nereden geliyor? Devletten mi geliyor? Hayır. Bu kaynakların büyük bir kısmı mezunlardan ve bağış yapan insanlardan geliyor. Biz düzenli olarak bizim mezunlarımızla görüşürüz, daha birkaç gün önce Chicago üniversitesinden 30 yıl önce mezun olmuş Şili’deki bir iş adamıyla görüşme yaptım. Yakında bir mezunla daha yapacağım.
Bu görüşmelerde hep yaptığım üniversite olarak ne yaptığımız, araştırmalarımızda ne yaptığımız ve topluma ne gibi faydalarımızın olduğu. Kazançlarımızı topluma daha faydalı bir şekilde nasıl değerlendirebiliriz diye düşünen iş insanlarını bir şekilde yaptığımız şeyler konusunda bilgilendirip onlardan kaynak talep ediyoruz. Onlar da zaten kaynaklarını doğru yerlere kullanmak istiyorlar, topluma en faydalı olacak şekilde. Biz de yaptıklarımızı anlatıyoruz ki bize kaynak sağlasınlar. Amerika’daki üniversitelerde bu şekilde çok ciddi kaynaklar sağlanıyor.
Ne yazık ki Türkiye’de hem regülasyon açısından bunun önü tıkalı hem de bu kültürümüz henüz çok oturmuş değil. Yavaş yavaş o konuda değişimler var ama. Mesela Koç üniversitesi Koç Bursiyerleri diye bir şey başlattı. Mezunlarından bağışlar toplanarak burslar sağlanmaya başlandı. Daha emekleme safhasında olan bir şey bu ama bunların önemli adımlar olduğunu düşünüyorum çünkü dünyada eğer kendisini ispatlamış uygulamalar varsa bunların Türkiye’ye getirilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum ve bunu da yapabilmek için dünyadaki uygulamaları incelememiz takip etmemiz gerekiyor.
Az önce konuşmuştuk, özel üniversitelerin yaptığı en iyi şeylerden bir tanesi dünyadaki bu “best practice”, yani en iyi uygulamaları, kendilerine uygulamaya çalışmaları ama tabii ki uygulanabilenler var uygulanamayanlar var, çünkü önünde regülasyonlar var.
Türkiye’de bir akademisyenin bunu yapabilmesi mümkün değil. Yani dışarıdan kendinize, araştırmalarınıza destek olacak bir bağış alabilmeniz mümkün değil.
Az önce bahsettiğim mezunlarla konuşurken ekonomi bölümüne yapabilecekleri bağış üzerine konuşuyorum ya da bana yapabilecekleri, benim araştırmalarıma yapabilecekleri bağış üzerine konuşuyorum. Türkiye’de bir akademisyenin bunu yapabilmesi mümkün değil. Yani dışarıdan kendinize, araştırmalarınıza destek olacak bir bağış alabilmeniz mümkün değil. Belirli regülasyonlara bağlı vs. Dolayısıyla bunları da tartışmamız gerekiyor.
O yüzden devlet üniversitelerinin özel şirketlerle dirsek temasında bulunmasını ben kıymetli buluyorum, buradan kaynak sağlayabilmeleri açısından en azından ortak projelerle kaynak yaratabilmeleri açısından.
Örneğin Amerika’da TÜBİTAK’ın karşılığı olan NSF (National Science Foundation), özellikle üniversiteler ve özel sektör arasındaki iş birliği için kaynak aktarıyor ve diyor ki “eğer siz iş birliği yaparsanız ben araştırmanın bir kısmını fonlayacağım”. Özel sektör ile üniversitelerin bağ kurması açısından bu tarz girişimlerin ya da TÜBİTAK’ın sağlayabileceği girişimlerin önemli olduğunu düşünüyorum.
“Neden devlet üniversiteleri vakıf üniversitelerine göre daha fazla iş birliği içerisindedir?” sorusunun bence ilk cevabı, iki yer arasında bağ kurmanın şu an merkezi bir mekanizmadan ziyade arkadaş bağlantıları üzerinden gerçekleşiyor olması. Diyelim ki ben sizle sınıf arkadaşıydım, siz daha sonra işe başladınız, sizle sınıf arkadaşı olduğumuz için ben bu işin araştırmasını yapıyorum. Sizin de şirketiniz var. Önceden sınıf arkadaşı olarak tanışmamız bizim bağ kurmamızı kolaylaştıracaktır. Aynı sınıftan olmasak aynı üniversiteden mezun olsak bile aramızda bağ kurmamız çok daha kolay hale gelecektir.
Neden bunu söylüyorum, bu tarz bağların oluşması zaman alır. Üniversitelerin belirli bir yaşa gelmesi gerekiyor ki bu organik bağlar daha sonra iş dünyasıyla üniversiteler arasında ortaklıklara dönüşsün. O yüzden de şuna şaşırmamamız gerekiyor, işte genç vakıf üniversitelerinin iş birlikleri daha az çünkü bu iş şu ana kadar ağ üzerinden, bağlantı üzerinden çalışan bir mekanizma. Bunu daha fazla tetikleyebilmek için TÜBİTAK’ın NSF gibi bu tarz iş birliklerinin önünü açacak hatta onları teşvik edecek tarzda kaynaklar ayırması gerektiğini düşünüyorum. Vakıf üniversitelerinin de devlet üniversiteleri gibi bu bağlara, yani özel sektörle dirsek temasına, zaman içerisinde geçeceğini düşünüyorum. Zaten doğal olarak kendisi geçecektir çünkü kendi mezunları iş piyasasına girdikçe, kurdukları firmalar büyüdükçe, bunlar zaten doğal olarak kendiliğinden olacaktır ama bir taraftan da fuarlar aracılığıyla ya da dediğim gibi devlet teşvikleriyle bu tarz iletişimin kurulması çok önemli.
Bunun bir dolu faydası var ama öncelikli olarak kaynak sağlaması açısından çok önemli, ikincisiyse üniversitedeki akademisyenlerin en heyecan verici teknolojilerde ya da konularda çalışabilmesi için gerçek dünya ile dirsek temasında olması çok faydalı. Ben firmalarla katıldığım toplantılardan biliyorum ki şu anda dünyada tüketiciler neye ihtiyaç duyuyorlar ya da ne gibi tartışmalar dönüyor. Daha sonra ofisime döndüğüm zaman bu işin ekonomisini düşünmeye başlıyorum ve bu da bana gerçek dünyadaki problemleri direk görüp bir an önce çok fayda sağlayabilecek araştırmalar yapabilmemi sağlıyor. Üçüncüsü de üniversiteler ile firmaların dirsek temasında olması, doktoralı öğrencilerin ya da öğrencilerin istihdamı açısından çok kıymetli çünkü bu öğrenciler zaten organik olarak iş dünyasına çok daha iyi geçiş yapacaklardır.
En önemli sıkıntılarımızdan bir tanesi doğru yetenekleri doğru yerde mi kullanıyoruz sorusuna tam bir cevabımız olmaması. Örneğin çok önemli üniversitelerden birinin elektronik bölümünden mezun olmuş birisi gidip çimento satabiliyor çünkü orada ciddi paralar kazanabileceklerini düşünüyorlar ve zeki olduklarını diplomalarıyla kanıtlamışlar orada yönetici pozisyonuna girip iyi paralar kazanıyorlar. İşte siz doğru yeteneği doğru yerde kullanmıyorsunuz ya da verdiğiniz eğitim doğru yerde kullanılmıyor. Bunun sebeplerinden bir tanesi sadece doktora öğrencileri için değil elektronik mezunu lisans öğrencisi de elektronik sektöründe ya da yüksek teknoloji sektöründe kendine iş bulabiliyor mu? Bunun için de üniversiteler ile iş dünyasının bir araya gelmesi çok çok önemli ve üniversitelerin bu dirsek temaslarında olması en azından bu üç sebep için çok kıymetli.