Advertisement

Hollywood yaydığı savaş propagandaları, popüler kültürü, tüketim çılgınlığını teşvik etmesi, insanları ulaşamayacağı birçok hayat tarzına sürekli özendirmesinden dolayı sıkı bir şekilde eleştirilmiştir.

Fakat tüketicilerin fiziksel objelere olan bağımlılıklarını, tüketim kültürünün insanı kendisine nasıl yabancılaştırdığını ve insanların tüketim alışkanlıklarını konu alan filmler de Hollywood’un en çok rağbet gören ürünlerinden ve bunların arasında belki de en ünlüsü Brad Pitt ve Edward Norton’ın başrollerini paylaştığı Fight Club.

Filmin henüz açılış sahnelerinde evine dekorasyon için sürekli alışveriş yapan, tuvalete girdiği zaman bile IKEA katalogunu elinden düşürmeyen ve “yin-yang şeklinde bir kahve masası gördüğümde onu almak zorundaymışım gibi hissediyorum” diyen bir ana karakter (Edward Norton) ile karşılaşıyoruz. Hatta izleyiciye evini gezdiren ana karakter bir noktada şöyle diyor: “Katalogu karıştırırken hangi yemek takımının beni daha iyi tanımladığını merak ediyorum.”  

Ana karakterin özenle dayayıp döşediği evi yandığı zaman yeni edindiği arkadaşı (!) Tyler Durden (Bradd Pitt) ile bir barda oturan protagonist, “Neredeyse olmuştu” diyor. “Neredeyse tamamlamıştım. Gardırobumu görmeliydin, çok saygı duyulacak bir gardırop olmuştu!”   

Fakat bütün bu tüketime, “saygı duyulacak” gardıroba, “kendisini tanımlayan yemek takımına”, “iyi ve kötü”yü simgeleyen kahve masasına rağmen filmin ana karakteri geceleri uyuyamıyor, doktordan sürekli anti-depresan talep ediyor, derin bir mutsuzluk içinde çırpınıyor.

Ana karakterin burada yaşadığı keşmekeşi James Montier ve Daniel Kahneman kontrol illüzyonu konseptiyle açıklıyor. İnsanlar bir olayın sonucunu etkilediklerine, sonucu kontrol edebildiklerine inanmayı öyle bir hevesle isterler ki kendilerine pay çıkarmak için olmadık yollara başvururlar. İlk yarısı berabere biten bir maç düşünün, arkadaşlarınız devre arasında nasıl “totemler” yaparlar? Yer değiştirenler, üstünü başını değiştirenler, yemeden içmeden kesilenler…

James Montier tamamen rastgele olan yazı-tura atışları üzerine yaptığı bir deneye katılanlar arasında ilk 3 atışı doğru bilenlerin kendilerini “başarılı” saydıklarını, diğerlerinin ise kendilerini “şanssız” saydıklarını söylüyor.

Filmin ana karakteri de fiziki ürünler satın alarak tüketimin verdiği geçici ve kısa süreli haz üzerinden mutluluğunu kontrol edebildiğini düşünüyor. Bir diğer deyişle ana karakter kendisini olduğu kişi ve savunduğu değerler üzerinden değil, fiziksel nesneler üzerinden tanımlıyor. Brock Bastian, Mutluluğun Diğer Tarafı (The Other Side of Happiness) kitabında bu durumdan şöyle bahsediyor:

“Negatif tecrübelerimizi değersizleştirip onları göz ardı ettiğimizde kendimize mutluluğu bulmak için tek bir yol bırakıyoruz – hazzın peşinden koşmak. Sürekli bize haz verecek bir tecrübenin peşindeyiz; bir sonraki tatilimizi düşünürüz, bir sonra neyi satın alacağımızı veya hangi yemeğin tadına bakmamız gerektiğini. Mutluluğa böylesi bir yaklaşım yeni bir şey ve tamamen hayatımızı fiziksel nesnelerin verdiği hazla kontrol etme, yaşadığımız zorlukları kontrol edebildiğimiz hissiyatına sahip olabilme kapasitemize bağlıdır.”   

Filmin ana karakteri materyal nesnelere olan bilinçaltı bağlılığını seyahatlerinden birisinde valizini kaybettikten sonra şöyle ifade ediyor: “O valizde bütün her şeyim vardı… DKNY tişörtüm, markalı ayakkabılarım…” 

Ana karakterin bir uçakta tanıştığı ve daha sonra yakın arkadaş (!) olduğu Tyler ise tam aksine aşırı ve lüks tüketime, sahte pazarlama stratejilerine ve insanları tüketim çılgınlığına iten her şeye militan derecede karşı birisi. Evi yandığında bütün her şeyini kaybeden ve eşyaları gittiği için çok üzgün olan ana karakteri şöyle teselli ediyor: “Sahip olduğun şeyler bir süre sonra sana sahip oluyorlar.”

Tyler, insanların bilinçsizce tüketmelerini, hayallerinin peşinde koşmamalarını, kısa vadeli bakış açılarını yalnızca eleştirmekle kalmayıp buna karşı radikal girişimlerde bulunan bir karakter.

Filmin bir sahnesinde elinde silahla bir bakkala giren Tyler, kasiyeri bakkalın arkasındaki bahçeye çıkarıp kafasına silahı dayadıktan sonra hayatında ne olmayı hayal ettiğini soruyor. “Veteriner” diye cevap veriyor kasiyer.

“Peki neden olmadın?”

“Çünkü okul çok uzundu.”

“Okul çok uzundu ha? Ehliyetine el koyuyorum. Nerede yaşadığını biliyorum. Veteriner olma yolunda çalışmalarına tekrar devam etmek için altı haftan var. Seni sonra yine gelip bulacağım.”

Film burada davranışsal ekonominin kısa vadeli bakış açısına atıfta bulunuyor. Davranışsal ekonomistlere göre insanlar kısmen gelecekte her şeyi düzelteceklerine inandıkları (sigarayı bırakma, spora başlama, diyete başlama vs.) ve kısmen de şimdiki ana olan düşkünlüklerinden dolayı geleceği ihmal ederek, kendileri aleyhine olan kararlar alırlar. Birikim yapmanın, sağlıklı bir diyet sürdürmenin, hisse piyasasında uzun süreli yatırım yapmanın önünde hep bu kısa vadeli bakış açısı duruyor. Öyle ki Wall Street’te yatırımcıların bir hisseyi ellerinde tutma süresi ortalama 11 ay – bir yıl bile değil.

Son olarak da ana karakterin ancak filmin sonunda barışçıl bir ilişki yaşayabileceği sinyalleri verdiği Marla Singer. Filmin bir sahnesinde ana karakterle salonda baş başa kalan Marla kirli bir gelinlik giymekte.

Biliyor musun” der ana karaktere. “Bu gelinliği ikinci el mağazasından 1 dolara satın aldım. Birisi onu bir geceliğine sevdi, okşadı ve ertesi gün de tıpkı Noel ağaçlarına olduğu gibi bir köşeye attı.”   

Günümüzde Türkiye’de ortalama bir gelinlik fiyatı (en makul seviyelerde) 5,000 TL – 8,000 TL arasında değişirken, bir gece giyilmiş ve ikinci el mağazasına satılmış bir gelinlik 1 dolara düşmese de fiyatının 10’da birine düşebilir.

Peki bu durumda sıfır gelinliğin fiyatını belirleyen klasik ekonomi teorisinde olduğu gibi yine arz-talep dengesi mi olacaktır? Elbette hayır! Ürünlere, nesnelere, fiziki objelere yakıştırdığımız duygusal anlamlar, yüklediğimiz aşırı manalar bize ürünün asıl değerinden fazla ücret ödetebiliyor.

Pırlanta yüzükler, gereksiz büyüklükte cipler, 3 banyolu evler, son model telefonlar, boydan boya plazma TV’ler, on binlerce liralık saatler ve benzeri tüm ürünlere ödediğimiz paralar onların kendi gerçek değerleri değil, bizim statü ve kendimizi fiziksel varlıklar üzerinden tanımlamak için harcadığımız paralardır.

Tyler Durden şöyle diyor: “Sahip olduğun şeyler bir süre sonra sana sahip oluyorlar. Sen, bankadaki paran değilsin. Reklamlar bizi kıyafet ve araba peşinde koşturuyor; ihtiyacımız olmayan şeyleri satın almak için sevmediğimiz işlerde çalışmaya itiyor.”