Advertisement

1990’larda şu an aramızda bulunmayan ama her zaman bir Cumhuriyet Kadını olarak hatırlayacağım annemin tedavisi için sürekli Londra’da bulunuyordum. 20’li yaşlarda bir delikanlı olarak futbol, tenis ve basketbola ilgi duyuyor ancak motor sporlarıyla alakalı bir heves taşımıyordum. 1970’lerden 1980’lerin ortasına kadar da Yeniköy’de bir yalıda oturduğumuz için, deniz-tekne-olta olayından bıkkınlık gelmişti açıkçası. Her sabah iskelede yoklama vermek o günlerden aklımda kalan yegane anıdır. Zaten o gün bugündür deniz ve motor olayından fazla haz etmem. En güzel tekne tanıdıkların teknesidir benim için. Yine de merak etmeyin, elimden geldiğince denizle ilgili de yazmaya çalışacağım. Olabildiğince tarafsız olarak.

Konuya dönersek: İngiltere’ye gidip geldiğim günlerde, orada yaşayan bir arkadaşım bana sürpriz yaptı ve Chelsea-Hammersmith Hastanesi arasındaki rutinden beni ayırarak, Silverstone’a götürdü. Sanıyorum 1991’di ve SENNA fırtına gibi esiyordu ama bir İngiliz Pilot olan Nigel MANSELL İngilltere’de finish çizgisini ilk olarak geçmek istiyordu. En kritik virajlardan birinden seyretmek için aldığımız biletlere 50 sterlinin biraz üzerinde para vermiş ve açıkta beklemeye başlamıştık. Bir anda 5226 metrelik pistin her tarafından 35 arabanın gök gürültüsünden beter homurtusu duyulmaya başlandığı anda bir anda dünyam değişti diyebilirim.  Ses o kadar güçlüydü ki, ayaklarımdan ense köküme kadar çarpan bir dalgayla gözlerime yaş indi diye hatırlıyorum. Hatta yanımdaki beyaza yakın sarı saçlı küçük çocukların iki elleriyle kulaklarını kapattıklarını gördüm. Ve yarış başladı.

Belki de su bile içmeden seyrettiğim 59 turun sonunda Nigel MANSELL’in liderlik turunu attığını gördüm ve elimde olmadan selamlayanların arasına katıldım. Avusturyalı BERGER ikinci, unutulmaz Fransız Alain PROST üçüncü oldu. İngilizlerin mutluluğu yüzünden okunuyordu. MANSELL’in galibiyetine rağmen o yıl üst üste ikinci defa SENNA şampiyon oldu. Ancak önemli değildi, İngiltere’deki yarışı bir İngiliz kazanmıştı.

FORMULA 1 içimde öyle bir ateş yaktı ki, 1997-1998 yıllarında askerdeyken bile sürekli takip ettim. Profesyonel hayatta da elimden geldiğince yarışları yerinde takip ederim hatta yarış yokken bile yarış pistlerini gezerim.  Gezerken de sürekli aklımda David COVERDALE’in “Days of Thunder” filmi için bestelediği TTHE LAST NOTE OF FREEDOM şarkısı vardır. Deep Purple’un eski solisti COVERDALE’in 1990 yılında NASCAR yarışlarını anlatan, Tom CRUISE ve Nicole KIDMAN’ın evliliği ile sonuçlanan film için yazdığı bu şarkının sözleri hala hayatıma yön verir desem yanlış olmaz. Toplam 60 Milyon Dolara mal olan filmin 157 milyon gelir yarattığını da hatırlatmak gerekiyor. Motor sporlarından para kazanan kesimlerin başında her zaman Hollywood gelmiştir.

Formula 1, dünyada 4 Milyar Dolara yaklaşan bir ekonomiye sahip. Takriben 600 milyon kişinin seyrettiği tahmin ediliyor. Formula, bir zamanlar Avrupa’nın zengin aristokratlarının çarpışma alanıydı. O zamanlar ne televizyon ne de sponsorlar vardı. Ancak, Enzo FERRARI gibi yarış tutkunları, çelik ve insan zekasının kombine mücadelesini körükledikçe körüklüyordu.

Ben doğmadan 1 yıl önce, 1968 yılında LOTUS’un patronu Colin CHAPMAN bir sigara firmasıyla sponsorluk anlaşması yaparak yarış tarihinde yeni bir dönemi başlattı. Normalde yeşil renkle yarışan İngiliz Arabaları bir anda rengarenk oluverdiler. 1970’lerin ortasına gelindiğinde artık üzerinde renk ve arma olmayan araba kalmamıştı.

1950 ve 1960’larda başka işlerden hatırı sayılır şekilde para kazanmış olan “Bernie” ECCLESTONE, 1971 yılında Formula’da yarışan bir ekibin de sahibiydi. 1970’lerin sonunda ekibinin başarıları, F1 sosyetesi içinde kredibilitesinin artmasını sağladı. Her zaman doğru yer ve doğru zamanda olabilmeyi  başarmış olan Bernie, 1978’de FOCA olarak adlandırılan Formula 1 Birliği’nin lideri olarak başa geçti. O dönemde kuralları belirleyen FISA ile para kazanma hırsı olan FOCA arasında bitmez tükenmez bir çekişme vardı. ECLLESTONE Formula 1’in 128 ülke tarafından naklen seyredilmesini sağlayınca, sesler kesildi diyebiliriz.

1990’lara gelindiğinde ise Formula 1 adeta para basar hale geldi. Ülkeler Formula 1 ajandasına girebilmek için birbirleriyle kıyasıya rekabet etmeye başladılar. Arap Ülkeleri’nin bu işe akıttığı para akıl almaz düzeylere ulaştı. 1998-2002 yılları arasında finansal anlamda Formula 1’in tavan yaptığını söyleyebiliriz. Takımların ortalama yatırım miktarı 100 milyon Doları bulurken, Toyota 445 Milyon Dolar yatırım miktarıyla bir rekora imza atıyordu. 2006 yılında TV gelirleri, para ödülleri, gişe hasılatları ve diğer gelirlerden elde edilen miktardan Formula 1 takımlarına 2.9 milyar Dolar dağıtıldığının altını çizmek gerekiyor. Türkiye de çok geçmeden 2005 yılında yarış takvimi içinde yerini aldı. 5338 metrelik uzunluğu ve 14 virajı ile “en iyi pist” ünvanını alan İstanbul Park, 8 numaralı virajıyla da yarışçıların kabusu oldu diyebiliriz. Toplam 25.000 oturma kapasitesine sahip olan İstanbul Park bu yıl 8 Mayıs’ta yine Formula 1 için sahne alacak. Ancak, seyirci sayısının gitgide düştüğünü de ifade etmek gerekiyor.

Formula’nın zor zamanları da oldu. 2002 yılından itibaren Alman Pilot Michael SCHUMACHER ve FERRARI takımının sürekli olarak önde gitmesi sebebiyle gişe hasılatı ve naklen yayın  gelirlerinde ciddi bir düşüş başladığı görüldü. 2008’de sürekli harcanan paraya ve başarısızlıklara dayanamayan 5 takımın Formula 1’den çekildiğine şahit olduk. Toyoya, Honda ve BMW da yarışlardan çekilme kararı aldı ve bunun üzerine ECCLESTONE’un kurduğu yeni örgüt olan FOTA, takımlara maddi destek vermek zorunda kaldı.

Çok geçmeden bugün FIA olarak adlandırılan kurum sayesinde, yarışlardaki kurallar yeniden belirlendi, heyecan geri döndü ve LOTUS gibi unutulmaya yüz tutan markalar Formula 1’e geri döndüler. Ancak, 2007-2011 sürecinde ise sürekli olarak birbirlerini şikayet eden ve ceza alan takımların gündemde ön sıraya çıktıkları gözden kaçmadı.

Formula 1 yönetimi 2012-2013 sezonuna kadar hem finansal olarak hem de popülerlik açısından tekrar en gözde spor heyecanı olarak öne çıkmak için bugünlerde toplantı üzerine yapıyor. Yeni parkurlar eklendi ve istisnasız olarak dünyanın her tarafından seyredilmesi için gerekli hazırlıklar yapılıyor. Açıkçası kadın-erkek hep beraber seyredilen bu önemli spor olayının tekrar eski günlerine dönmesi için rakip organizasyonlara fark atan bazı yenilikler yapması gerektiğini düşünüyorum. Formula 1 her ne kadar markalar, lastikler, motorlar vs.’nin rekabeti gibi gözükse de, başka bir gerçeği de ön plana çıkarması gerektiğinin altını çizmek istiyorum: İnsan eliyle yaratılan metal canavarlara yine insan tarafından hükmedildiğini göstermek gerekiyor. Pilotların mahareti arabaların gölgesinde kalmamalı. Bilmem ki siz ne dersiniz?