Advertisement

Son dönemdeki ekopolitik haber yoğunluğu, dinamiklerin durmaksızın değişiyor oluşu, piyasa oyuncularını olduğu kadar, uzun vadeli yatırımcıları da etkisi altına almış durumda. Gelişmekte olan ülkelerin bir çoğunda daha öncede bahsettiğim gibi 2014’ün seçim yılı olması ve “Politik Stagflasyon” olasılığı, zaten global portföy oyuncularının varlık dağılımlarını yeniden gözden geçirmelerini sağlamıştı. Hangi ülke varlıklarında ağırlıklarını artırıp azaltacağını ise yatırımcı bundan sonrasında temel göstergelere, yani ekonomilerin “mutlak değerine” bakarak karar verecek. Nasıl matematikte mutlak değer, bir gerçek sayının işaretsiz değerini verir, yani artısından ve eksisinden arındırılmış salt değeridir, aynı mantikla ülkeleri değerlendirirken de, bu “salt değerlerin” daha fazla ön plana çıkması ve bu yöntemle fiyatlanması beklenebilir. 

22 Mayıs 2013:  Amerika Merkez Bankası Başkanı Bernanke’nin parasal genişlemeden çıkış sinyalini verdiği günden bu yana paranın yer değiştirme serüveni başlamış bulunuyor.  Genel algı şu yönde: Dolar Amerika’ya yani yurduna geri dönüyor ve bu çıkışlardan bütün dünya finansal piyasaları etkileniyor olsa da, en fazla etkilecek ülkeler “gelişmekte olan ülkeler”  diye adlandırılan ve içlerinde Türkiye’nin de yer aldığı bir grup ülke olarak öne çıkıyor.  Aylar geçiyor ve bu hikayeye “bulaşıcılık” faktörü de dahil oluyor. İçlerinde Hindistan, Endonezya, Güney Afrika, Brezilya ve Türkiye’nin de yer aldığı bu ülkeler, yüksek cari açıkları bulunan ülkeler. Bu ülkeleri gerek yatırımların ve tasarrufların milli gelire oranı, gerek enflasyonu ve işsizlik oranları gerekse dış borç stoku ile karşılaştırdığımızda genel olarak neden bu gruba dahil oldukları rakamsal olarak öne çıkıyor… Ancak işte burada, Türkiye’nin “mutlak değeri” çerçevesinde, ülkenin “jeopolitik faktörü” öne çıkıyor. Gelişmekte olan ülkeler arasında ekonomik hamlelerini ve Borsalarını karşılaştırdığımız ülkelerden ne Hindistan’ın ne de Brezilya’nın rekabet edebileceği cinsten bir faktör değil bu.  Bana göre, Türkiye’nin bulunduğu coğrafi konumu nedeniyle, hem siyasi, hem ekonomik hem de kültürel olarak avantajını korumaya, hatta artırmaya devam edeceği bir döneme girmemiz, seçimlerden sonra mümkün görünüyor. Bu konumun avantajları, dolara spekülatif bir talep geldi diye hemen üzeri çizilebilecek cinsten değil.

Askeri Üs ve Savunma Sanayi Boyutu

Askeri üs boyutunun, son dönemde yakından takip ettiğimiz Ukrayna-Rusya-Kırım gerginliğinden de gördüğümüz gibi ne kadar önemli olduğunu hatırlatmama gerek yok. (Odesa, Sivastapol deniz üssü ve diğerleri) Her ne kadar teknoloji durmadan ilerliyor olsa da, toprağın ve konumun yeraltı ve yerüstü önemi bulunduğumuz çağda ve coğrafyada hala çok yüksek. Daha geçtiğimiz hafta, Çanakkale Boğazı’ndan geçiş yapan Rus savaş gemilerinin fotoğraflarını hepimiz gördük. Rusya’nın Ukrayna krizinden sonra Karedeniz’de yeni askeri üs arayışında olduğu da konuşuluyor. Bütün bu dinamikler Türkiye’nin jeopolitik öneminin ve dolayısıyla “ekonomik pazarlık gücünün” ne boyutta olabileceğini hatırlatıyor.

Askeri boyut demişken, yatırım çekmesi açısından dünyanın en büyük sektörlerinden biri olan savunma sanayinden söz etmemek olmaz. SİPRİ’nin* en son 2013’te açıklanan rakamlarına göre, dünya 2012 yılında savunmaya toplam 1 trilyon 753 milyar dolar harcadı. Ülkeler bazında askeri harcamaların milli gelire oranı üzerinden gittiğimizde en fazla harcamayı yapan ülke: %8,9 ile Suudi Arabistan. Onu milli gelirinin %6,2’sini askeri harcamalara yatıran İsrail, %4,4 ile ABD ve Rusya takip ediyor. Gelişmekte olan ülkelere baktığımızda Hindistan %2,5 ile, Türkiye ise milli gelirinin %2,3’lük harcamaları ile başı çekiyor. Çin %2 ve Brezilya %1,5 oranlarında. Elbette bunlar oran, nominal olarak yapılan harcamalar değil. Nominal olarak baktığımızda SİPRİ* verilerine göre, Türkiye’nin savunma sanayi harcaması 18,1 milyar dolardı 2012’de. Hindistan’ınki 46 milyar dolar, Çin ise 166 milyar dolar seviyesinde.

Doğu Akdeniz Doğalgazı Boyutu

Son dönemde gündemde daha sık karşımıza çıkacak konulardan bir diğeri,  Kıbrıs’taki yeni müzakere süreci ve  yeni bir federasyona doğru aldığı yol. Bu konuda en önemli nokta yine Türkiye’nin jeopolitik avantajını kullanarak Doğu Akdeniz'deki doğalgaz dinamiğinin hemen yanı başından olmasından geçiyor. Bu çerçevede Türkiye üzerinden geçecek olan boru hattı en ekonomik nakil yöntemi olarak öne çıkıyor. İsrail’den Türkiye’ye doğrudan boru hattı 3,5 milyar dolarlık bir maliyet getirirken, Kıbrıs adasına gelerek buradan Türkiye’ye gelen bir boru hattının maliyeti ise neredeyse üçte biri:  1 milyar dolar olarak hesaplanıyor.

Sonuç olarak, bütün bu dinamikler Türkiye’nin jeopolitik öneminin, savunma ve enerji açılarından bakıldığında ekonomik pazarlık gücünün ne boyutta olabileceğini hatırlatıyor. Seçim sürecini atlatmış bir Türkiye’nin bundan sonraki virajı jeopolitik dengeler üzerinden alınacak.  Türkiye’nin jeopolitik önemi hem enerji konusunda boru hatları üzerinden karşımıza çıkmaya devam edecek, hem de ticari ve askeri üs boyutlarıyla ülkenin ticaretinde çeşitlenme getirecek diye düşünüyorum. Bütün bu faktörler, ülkeye olan doğrudan yatırımları artırabilecek ve Türkiye’nin yeni hikayesi nedir diye sorgulayanların, şu ana kadar satın aldıkları “ekonomik istikrar” hikayesinden çok daha yoğun ilgi gösterebilecekleri uzun vadeli bir hikaye olarak önümüze çıkacak görüşündeyim. 

*SIPRI: Stockholm International Peace Research Institute (SİPRİ) web sayfası: http://www.sipri.org/research/armaments/milex/milex_database