Advertisement

1914 yılının hemen başında Henry Ford, tüm dünyayı şoke eden bir açıklama yaptı. Sermaye sahiplerinin ve üreticilerin maliyetleri düşürme çalışmalarının genel kabul gördüğü ve bunu tartışmanın bile tabu sayıldığı bir zamanda Henry Ford, Ford Motor Company'deki işçilerinin ücretini iki katına (bonus ile birlikte) çıkardığını ve çalışma gününü dokuz saatten sekiz saate indirdiğini açıkladı ve böylece Ford, ABD’de 40 saatlik çalışma haftasına geçen ilk Amerikan şirketlerinden oldu. Ne oluyordu? Ford, akli dengesini mi kaybetmişti yoksa başkalarından farklı bir vizyonu vardı ve onu hayata geçirme iradesine mi sahipti?

The Wall Street Journal, bu karar üzerine Henry Ford’a resmen savaş açtı. O dönemde de, özellikle finansal sermayenin sesi olan bu gazete, bu kararı fazla naif, spiritüel ve aptalca bulmuş, hatta Ford’un tüm sanayiyi ve toplumu kötü etkileyecek bir suç işlediğini iddia etmişti.

Peki sonra ne oldu? ‘‘Ford Motor Company büyük zorluklar yaşadı, artan maliyetler altında ezildi ve Henry Ford geri adım attı’’ diye düşünüyorsanız feci şekilde yanılıyorsunuz. Tam tersi oldu, iki yıl içinde Ford Motor Company’nin karı tam iki katına çıktı. Henry Ford’a göre bu hayatında aldığı en iyi iş yönetimi yani ticari kararıydı. ‘‘Ticari’’ kısmına dikkat çekerim. ‘‘Sosyal yardım amaçlı yaptım’’ demiyor Ford. Zaten ticari sonuçlar da kendisini teyit ediyor. Ford’a göre bu aynı zamanda en etkili maliyet azaltma kararıydı. ‘‘Nasıl yani? Masraflar, giderleri kısarak azaltılmıyor muydu?’’ diye sorabilirsiniz. Henry Ford rakamların gizlediği fakat bugün dahi birçok insana -yüzeysel olarak onaylıyor gözükseler de- fazla ‘soft’ ve ‘spirütüel’ gelen bir gerçeği keşfetmişti. Çalışanları, maliyet kalemi olarak görürseniz alacağınız sonuçlar durağan ve vasat; gerçekten şirketin en önemli varlığı olarak görürseniz ise alacağınız sonuç kuantum sıçraması şeklinde olur.

Peki Henry Ford’un gördüğü neydi? Henry Ford, araba satışlarının artırabilmesi için işçilerin ücretini artırmaktan ziyade aslında çok daha basit ve bariz ama günümüzde bile rahatlıkla gözardı edilebilen bir gerçeği görmüştü: Çalışan memnuniyetinin önemi. Ford’un, Model T otomobilinin üretilmesi için geçen süre onda bir oranına indirilirken, iş gücünün monotonluğa indirgendiği, minimize edilmeye çalışılan bir maliyet kalemi olarak görüldüğü ve artık ne üretilen ürün, ne de çalışılan şirketle özdeşleştiremediği için çalışan memnuniyeti gittikçe olumsuz etkilendi ve şirketin geleceğini riske atan bir hal almaya başladı. Henry Ford da bu memnuniyetsizliğin yaratacağı sonuçları bertaraf etmek için iş işten geçmeden, henüz rakamlara yansımadan gereken başarılı aksiyonları aldı. The Wall Street Journal gibilerinin saldırı boyutuna varan eleştirilerine rağmen vizyonunu gösterdi. Yıllar sonra Paul Krugman’ın da iddia ettiği gibi konunun püf noktası, yüksek ücret ödemekten ziyade diğer alternatif iş yerlerine göre yüksek ödenen ücret ve bunun işçilere verdiği ''Siz de takımın parçasısınız’’ mesajıydi. Nitekim Henry Ford, bonus dahil ücretleri iki katına çıkararak hem şirketinin maliyetlerini azalttı, hem de şirketin kârını iki katına yükseltti. Bu karar, ABD’de orta sınıfın gelişimini başlatması ve dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmesi yolundaki önemli kilometre taşlarından biri oldu. Ekonomik olarak güçlü bir orta sınıfın, demokrasiler için en önemli yapı taşlarından biri olduğunu da tarih bize öğretiyor.

Ford’un bu örneğini, zaman içinde rekabet nedeniyle ile birçok büyük şirket izledi. Özellikle 1920’lerden itibaren ücret artışları, emeklilik hakları ve sağlık sigortları daha yaygın hale geldi. İşin ilginç kısmı, bu dönemde bu yönde ciddi bir devlet müdahelesi veya regülasyondan ziyade, özel sektörün çalışanların daha iyi şartlara sahip olmasının kendi çıkarlarına olduğunu fark etmesiydi. Büyük Buhran ve 1930’larda ise devlet de ABD ekonomisinin topyekün çöküşten çıkabilmek için devreye girip, sendikalaşma dahil Avrupa’da o tarihten var olan haklar getiriyor. Kapitalizmin altın çağı kabul edilen 1960’lardan sonra ise 1970’lere gelindiğinde yaşanan petrol şokları ve hatalı para politikalarının yarattığı stagfasyon, neo liberal akımın öncüleri Reagan ve Thatcher gibilerle çalışanlara fatura ediliyor. İdeolojik yeşil ışığı da alanlar, o dönemde de radikal masraf kısma, sosyal hakları azaltma dahil aksiyonlar alırken, yaşam standardlarının fazla gerilemesini optik olarak borçla tüketimin teşvik edilmesi yani ‘finansallaşma’ ile kapatılmaya çalışılıyor. Artık Davos ve IMF’in bile mutabık olduğu bir numaralı ekonomik ve sosyal problem olan gelir dağılımı adaletsizliğinin tohumları o dönem atılmıştı. Finansallaşma ile filizlendi ve uzadı ama borç döngüsünün 2008 kriziyle birlikte çatlamasıyla sarsılmaya başlandı. Charles Goodhart ve Manoj Pradhan gibi ekonomistlere göre bu trendler tamamen arz ve talep kaynaklı ve kaçınılmaz olsa da rakamlara baktığımızda şu anki durumun 1980 gibi neoliberalizmin rüyalarını süsleyen bir dönemden bile daha uç olduğunu görüyoruz. Büyük Amerikan şirketlerinin, kârının yaklaşık yarısı hissedarlara giderken son on beş senede bu oran yüzde 90’ların üstüne çıktı. Benzer dönemde ise çalışan verimliği artarken ücret artışları bu verimllik artışının onda biri mertebesinde kaldı.

Büyük düşünürlere atıf yapanların önemli bir kısmının, bu düşünürlerin temel metinlerini bile okumadıklarını, hatta farkında bile olmadıklarını düşünüyorum. Serbest piyasa ekonomisinin fikir babası kabul edilen Adam Smith’in, çalışanların bir ulusun zenginliğinin gerçek ölçüsü olduğunu yazdığını ve aşırı kârların ve servet yoğunlaşmasının, ekonomik hastalığın bir işareti olarak gördüğünü kaç kişi biliyor? Adam Smith’e göre kâr oranı, en hızlı yıkıma giden yerlerde her zaman en yüksektir.

‘‘Genel kültür ve tarih bilgisi olarak bu dedikleriniz tamam iyi, hoş da ne yapacağız’’ veya ‘‘Gelecek açısından bu dedikleriniz ne ifade ediyor?’’ diye düşünebilirsiniz. ABD’de moda olan ve ‘Great Resignation’ denen akımdan daha önce bahsetmiştim. Son dönem dünyada, özellikle ücretlerin artmaya başladığını ve çalışanların yıllardır görülmemiş bir şekilde işini bıraktığını ve maddi kaygıları olmasına rağmen eski işlerine dönmediğini söyleyeyim. Tarihsel döngünün neresindeyiz? Adam Smith ve Henry Ford yaşıyor olsalar ne düşünürlerdi acaba?