Advertisement

Geçen yüzyılda Alman halkının başına gelmeyen kalmadı. İki Dünya Savaşı yaşadılar, ikisini de kaybettiler. Ülkeleri işgal oldu. Bölündüler. Savunmasız bırakıldılar. Ödemeleri mümkün olmayan tazminata mahkûm oldular. Ülkeleri harap oldu. Dünyanın pek az ülkesinde görülen boyutlarda enflasyon yaşadılar. Bütün bunlardan sonra büyük bir mucize yaratarak bugünlere geldiler.

Bugünlere gelirken, savaşları unuttular, ülkelerinin iki kez harabeye dönmesini unuttular. Ama, 1920’li yıllarda yaşadıkları hiperenflasyonu unutamadılar. O kadar ki, ekonomi politikalarını “Ne olursa olsun, enflasyon olmasın” ilkesi üzerine oluşturdular. Bu bakış açısı hiç değişmedi. Bugün de aynı dürtüyle hareket ediyorlar.

“Ne olursa olsun, enflasyon olmasın” görüşü, Almanya’da kutsal bir hale dönüştü. O nedenle Alman Merkez Bankası’nın (Bundesbank) Almanların gözünde çok özel bir önemi ve yeri oldu. Kutsal emanet gibi görülen fiyat istikrarı Bundesbank’a teslim edildi. Çeşitli dönemlerde Bundesbank ile siyasi iktidar çatıştı, çoğunda Alman halkının desteğiyle Bundesbank galip çıktı. Bundesbank’ın kabullenmek zorunda olduğu tek siyasi tercih Almanya’nın birleşmesinde Doğu ile Batı Markları arasındaki paritenin bire bir olmasıydı.

ECB İÇİNDE MUHALEFET
Alman mucizesinin mimarlarından Adenauer‘ın Almanya’nın yeniden inşası için bulduğu kalkınma kredisi parasal genişleme yaratır diye Bundesbank tarafından muhalefetle karşılaşınca, Almanya krediyi almaktan vaz geçmek zorunda kaldı. Alman halkı “Enflasyon yaratacaksa, dış krediye ihtiyaç yok” dedi. Helmut Schmidt Bundesbank üzerinde etkili olabilmek için basın danışmanını Bundesbank’ın başına getirdi. Başına gelmedik kalmadı. Schmidt’in politikalarına en büyük muhalefet eski basın danışmanından geldi. Schmidt’in istifasına kadar giden yolda Bundesbank’ın önemli bir katkısı olduğu söylenir.

Almanlar Euro yaratılırken kaygılıydılar. Euro’ya gireceklerse, Euro da Mark gibi olmalıydı. O halde, Avrupa Merkez Bankası (ECB) da Bundesbank gibi olmalıydı. Kâğıt üzerinde bunu çok büyük ölçüde başardılar. ECB’nin yasasını Bundesbank’ın yasasından kopyaladılar. Parasının değerli olmasıyla övünen Almanlar Euro’da da aynı olguyu yaşadılar. İlk çıktığında 1 Euro 1.17 dolarken, Euro 1.60 dolara kadar değer kazandı.

Bütün bunları Euro Bölgesi’nin kenarında bulunan ülkelerde çıkan “borç krizi” bozdu. ECB Euro’yu yaşatma mücadelesi içine girdi. Bu mücadelede Almanlar hep muhalif kanatta kaldılar. “Para basarak Euro Bölgesi’nin sorunları çözülemez, ama enflasyon yaratılır” görüşüyle ECB’nin kenarda durmasına çalıştılar. Bu uğurda Bundesbank’ın başkanı istifa etti. Ama, ECB’yi ancak bir ölçüde dizginleyebildiler. Mücadele bitmiş değil, devam ediyor. Bir başkan gidiyor, bir başka başkan geliyor, Bundesbank’ın görüşü değişmiyor. Çünkü, Bundesbank Alman halkının gerçek görüşünü dile getiriyor. Şimdi muhalefet bayrağı Bundesbank’ın yeni başkanının elinde. Bir ara onun da istifa edebileceği söylentisi çıkmıştı.

JAPONYA OLURLAR MI?
Euro Bölgesi’ndeki “borç sorunu” aradan beş yıl geçtikten sonra kıyafet değiştirdi. Borç sorunu ikinci planda kalırken, ekonomik büyüme ve deflasyon (fiyatların düşmesi) sorunları öne çıktı. Borç sorunu şimdilik ikinci plana geçmesine rağmen, sorunun hafiflemesindeki baş aktör ECB şimdi büyüme konusunda da bir şeyler yapmak istiyor. Herkesin dile getirdiği “deflasyon” riskini ise kabul etmeye pek yanaşmıyor. Bu duruş Avrupa ekonomilerinin 1990’lı yıllardaki Japonya ekonomisinin düştüğü duruma düşebileceği kaygısını yaratıyor.

ECB’nin bu duruşu ne kadar Bundesbank’ın baskılarından etkileniyor? Devam edeceğim.