Advertisement

Bir önceki yazımda Esteve Calzada'dan bahsetmiştim. Hani, Barcelona'yı bugünkü 400 Milyon Euroluk gelire ulaştıran, Catalanların gururunun THY dahil dünyanın en önemli markalarıyla buluşması için gerekli altyapıyı kurmuş olan kişi. Esteve, 2007  
yılına kadar Barcelona'nın Pazarlama ve Reklam işlerini yöneterek önemli başarılara imza attı.


Bugün ise, Avrupa'da Futbolcu Transferi dendiği zaman herkesin önünü ilikleyerek ismini söylediği önemli bir şahsiyet. Kendisiyle uzun zamandır göürşme fırsatım olmamıştı, bu nedenle geçen hafta aramızda bir mail trafiği başladı. Bana yazdıklarını fırsat buldukça sizlerle paylaşacağım.

Esteve, Galatasaray'ın 2010 yılında gerçekleştirdiği seçimli Genel Kurulu öncesinde, Lütfü Kırdar'da tıklım tıklım dolmuş olan salona Barcelona için neler yaptığı ve Galatasaray için neler yapabileceğini anlatmıştı. Barcelona'da çalışmaya başladığı ilk gün, kulübün nasıl içler acısı bir halde olduğunu,  borçlarını ve altyapı konusunda ne kadar geri kalmış olduğunu söylerken, herkes hayrete düşmüştü. Sonra da, 1-2 süperstar futbolcunun yanına altyapıdan gelen gençleri yerleştirerek bugünkü Barcelona'yı nasıl ortaya çıkardıklarını anlatmıştı. Frank Rijkaard'ın 2003-2008 yılları arasındaki teknik direktörlüğü esnasında 2 defa şampiyonluk ipini göğüslemesi rastlantı değildi. Arkasında muazzam bir yöneticilik dehası vardı. Teknik Direktöre ahenk ile çalışmaktan başka iş düşmüyordu.

O zamanki ve tabii şimdiki Galatasaray Yönetimi ise, Barcelona'yı Şampiyon yapanın Frank Rijkaard olduğu zannederek, "asrın transferini" yaptığını duyurmuştu. İşin böyle olmadığını o  
gün Esteve, toplantı salonunu dolduran 2000'i aşkın kişiye net olarak gösterdi: "Yönetimlerin kötü stratejisi, yeşil sahadakilerin taktikleriyle düzelmez."

Nitekim, Adnan POLAT ve ekibine Galatasaray Üyeleri tarafından gösterilen geleneksel hoşgörü, Barcelona'nın bu önemli şahsiyetinin sözlerinin teyit edilmesine sebep oldu. Dünyanın dev isimlerini yönetici olarak tranfer etmek için ön anlaşma imzalayan liste yerine,  bugün hem kendisiyle hem sponsorlarla ve neredeyse Türkiye'nin tamamıyla kavgalı bir listeyi tekrar yönetici koltuğuna oturtan GS Üyeleri şimdi Mali Genel Kurul'da ne  
yapacaklarını tartışıyorlar. İşin kötüsü işadamlığından anlayan ve kitleleri az çok nasıl hareket ettireceğini bilen kabiliyetli gençlerin bile moralini bozan ve bozmaya devam eden bir anlayış şu an iş başında.

Peki bu insanların niyetleri halis değil mi?
Kimse böyle bir şeyi iddia etmiyor, en azından ben etmiyorum. Ancak gelen-giden futbolcuların sayısına, sponsorlarla edilen kavgalara, TFF ile sürtüşmelere, GS'nin genel duruşuna uymayan tutum ve davranışlara, ezeli rakiplere haddinden fazla yakınlaşmalara daha da ötesi Başbakan tarafından bile dışlanmaya bakılırsa, işlerin iyi gitmediği ortada. Düşünün ki bir spor kulübünün yönetimi toplanamıyor.
Kulağımıza gelenlere göre zaten zamanında toplanamayan Yönetim Kurulu, geç saatlere kadar devam ediyor. Bu kadar saat toplanıp sonunda bu kadar yanlış yapan bir idarenin en hafif ifadeyle bu işi başaramadığını kabullenmesi ne kadar zaman alacak diye düşünmeden edemiyorum.

Aslında, tam bir yıl önce hem Esteve CALZADA hem de Peter KENYON, sahadaki 11 kişinin başarılı olabilmesi için ilk önce spor kulübünün yönetiminin kemik gibi sağlam olması gerektiğini ortaya koymuştu. En az onun kadar önemli olanın da şuydu:  

Avrupa'nın ilk 20 kulübü listesinin içine girme hedefi olan ve bunu gerçekleştirecek ticari kabiliyet ve tecrübeye sahip olan bir yönetimin işbaşına gelmesi. Şu anki yönetimi oluşturan insanlar Türk Ticaret Hayatı ve onun inceliklerini bilmeyen insanlar değil ama, küresel bakışlarının kısıtlı olduğu belli oluyor.  

Küçük bir örnek verelim: Bir ekonomi kanalında GS Yönetimindeki önemli bir isim "Türkiye için ihracat önemli değildir, önemli olan iç taleptir" diyerek vizyonsuzluğunu ispat ediyor. Böyle bir kafayla küresel marka yaratmak zor. Bunlar bir yana, İçerdeki gençlerin yüksek potansiyelini de kullanmaktan uzak duruyorlar. Neresinden bakarsanız bakın, tüm bunlar olmayacak, kabul edilemeyecek işler.

Fenerbahçe Yönetimi içinde ise küresel piyasalarda başarıya sahip çok önemli isimler var. Devasa Holdinglerin Yöneticilerinden, sağlıktan ulaştırmaya kadar bölgesel güç haline gelmiş şirketlerin patronları var. Ancak oranın da sorunu aşırı departmanlaşma. "Sen bundan, sen de bundan sorumlusun" şeklinde yapıyı şekillendirdikten sonra, yine de Başkan'a sormadan nefes bile alınamaması, giderek artan alınganlıklar yaratıyor. Belli bir yetki hiyeyarşişi olmadan kurumsallaşma olmuyor. Bir süre sonra insanlar iş yapmayı bırakıp birbirleriyle çekişmeye başlıyorlar. Nasıl olsa Başkan karar veriyor diyerek yaratıcılık elden bırakılıyor. Herşeyden önce bilgilerinin eskidiğini gören lider ya kendini yenilemeli yada arkadan gelenlere müsaade vermeli.   

Bu olmadığı zaman saman alevi gibi başarıların ardından sert düşüşler geliyor.

Bu yıl Fenerbahçe, ezeli rakibi Galatasaray'ın başarısızlıklarının ön plana çıkmasını fırsat bilerek eleştiri oklarına fazla hedef olmadan yola devam etti. Taraftarın hoşuna gidecek "kuvvetli başkan" çıkışları yapıldı. Camia'nın içinde sıkıyönetim olduğu için, son derece kıymetli isimlerin de içinde olduğu yönetim kadrosunun akıbetinin ne olacağını ben de merak ediyorum. Eskiden çalışmış olanların durumu ortada. Başkan Aziz YILDIRIM'ın Fenerbahçe'yi nereden alıp nereye getirdiğini kimse inkar edemez. Ancak, buradan nereye götüreceği konusunda kafalarda soru işaretleri artmış durumda. Kulübe tesisler kazandırmak çok önemli bir vazife ama kulubü geleceğe taşıyacak insanları yetiştirmek ve onların önünü açmak, ondan da büyük vazifedir. Bunun aksi yapılırsa neler olabileceğini söylemeye gerek yok.

Beşiktaş değişik bir strateji güdüyor. Daha önce sadece ve sadece Başkan tarafından yürütülen bazı fonksiyonlar, artık profesyoneller tarafından yürütülmeye başlandı. Demek ki kurumsallaşma devam ediyor. Kim ne derse desin, transferler son derece isabetli. Sadece isimlerin büyüklğü değil, kontrat şartları da akıllıca yapıldı. Calzada ve Kenyon'un üzerinde çok durduğu bir başka mesele de bu. Futbolcu Kontratlarını akıllıca düzenlemeyenler ve lüzumundan fazla para verenler daha baştan kaybediyor.
Galatasaray son 3 yıldır yanlış transfer politikasıyla öne çıkarken, Fenerbahçe ilk önce idare etti ama son anda mecburen atağa kalktı; Beşiktaş ise sabırlı bir şekilde yola devam ederek başarı sağladı. Fakat, Beşiktaş transferlerde gösterdiği sabrı ve basireti süperlig'deki performans için gösteremiyor.
Taraftar baskısıyla mı bilinmez, TFF'ye karşı savaş açma yanlışına Beşiktaş da düştü. Fenerbahçe'nin ezelden beri süregelen gelen politikasına, Galatasaray'ın geleneklerinde olmamasına rağmen Polat ve ekibi katıldı, ardından Beşiktaş da bu trene atladı.
Bana göre Beşiktaş sabrını yitirirse, bu transferlerden para da kaybedebilir. Başarısızlık da cabası. İşte bu da başlıbaşına bir yönetim yanlışı olarak değerlendirilebilir.

Süperlig'in en çok taraftara sahip ve parasal anlamda en büyük üç kulübünün bir yandan gençleri kazanırken diğer yandan önemli isimleri mutlaka getirmesi gerekiyor. Süperlig'e yeni yükselen Anadolu takımları gibi davranamazlar. O takımlarda oynayan yabancı futbolcuların Üç Büyüklere transfer olduklarında istikrarsız bir görüntü çizdiğini hatırlatmak gerekiyor. Büyük takıma büyük oyuncu lazım. Dünyanın en sert liginde sürekli kırmızı kart alanları,  müzmin sağlık sorunları olanları, penaltı noktasını ayağıyla kazıyanları, başka takımda kadro dışı bırakılanları, futbolcusu kadar kalitesi olmayan teknik adamları hak ettiğinden daha yüksek paralara transfer eden yöneticilerin,  
başarıyı bulamayınca TFF'ye saldırmaları 100 yıllık camialara yakışmayan, kurumsallıktan uzak bir davranış tarzıdır.

Hani bir reklam var: "Benim hayatım, benim seçimim". Eğer slogan buysa sefasını sürüp, cefasını başkasından çıkarmayacaksın. Cezan neyse çekeceksin.