Geçtiğimiz haftalarda 'tarım arazilerinde küresel kapışma' başlığı ile dünyada gıda üretimine yönelik arazi satın alma ve kiralama trendlerini yazmıştık.

 

Son dönemde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ile uluslararası şirketlerin radarına diğer ülkelerin verimli toprakları girmiş durumda.

 

Bu trendin akıllarda soru işareti yaratan tarafını ise bu yazımızda ele alacağız.

 

Çünkü bu tip endüstriyel bakış açısıyla yapılan yatırımlar hem toprak, su gibi kıt kaynakların hızla tüketilmesi ve kirlenmesi noktasında eleştiri konusu oluyor hem de monokültür – tek tip tarım - sonucu ekolojik dengenin bozulmasında ve tahribatta önemli bir etken olarak gösteriliyor. GDO'lu tohum, aşırı kimyasal gübre ve zirai ilaç kullanımına yönelik endişeler de cabası.

 

Konunun bir başka boyutu ise ormanların yok edilip, ağaçların kesilmesiyle ortaya çıkartılan tarım arazileri... Çünkü biyoyakıta yönelik bitkisel üretim, çevresel faktörler açısından haklı olarak kamuoyunda tepki çekiyor.

 

Tüm bunlara ek olarak 'aile çiftçiliği' kavramının öneminin yeniden farkına varılarak kavrandığı bir dönemde 'endüstriyel tarım' bir tehdit olarak algılanıyor.

 

Genel endişeleri dile getirdikten sonra gelelim asıl soruya..

 

Dünyada gerçekten 'gıda güvenliği'ne yönelik bir tehdit söz konusu mu? Yoksa bu küresel bir algı yönetimi mi? Gıda güvenliği riski varsa bunu bertaraf etmenin yöntemi daha fazla üretim mi olmalı?

 

Bu soruların cevabını ararken gıdada 3 paradoks ile karşı karşıya kalıyoruz.

 

Birinci paradoks dünya nüfusunun beslenme problemi ile ilgili.

 

Dünya nüfusu 7 buçuk milyar. Yaklaşık 2 milyar 100 milyon insanın fazla kilolu ve obez olduğu bir dünyada 800 milyon insan ise yetersiz besleniyor ve akşamları yatağına aç gidiyor.

 

Aynı dünyada toplam yiyecek üretiminin üçte biri israf ediliyor. Gıda ürünleri tarım alanından başlayarak, toplanırken, taşınırken, fabrikada işlenirken kayba uğruyor. Ürünler raflara geldiğinde, hatta evlere ulaştığında dahi bu kayıp ve israf sürüyor.

 

Gıdanın üretiminden sofraya gelene kadar süreçte yaşanan kayıp ve israf miktarı, dünya üzerindeki 800 milyon yetersiz beslenen insanı beslemek için gerekli olan gıda miktarının dört katına denk geliyor. Bu da paradoksun ikinci kısmı.

 

Yani en basit tabiriyle ortaya şu sonuç çıkıyor. Dünyada gıda üretimine yönelik yetersiz bir durum söz konusu değil. Sorun, gıdanın adil paylaşımının sağlanamaması ve israf edilmesinde. Eğer üretimde 'doğal yollarla' verimlilik artar, toprak ve suyu koruyarak adil üretim ve tüketimi sağlayarak israfın önüne geçilirse bugünkü üretim kapasitesi 2050 yılında 9,5 milyara çıkması öngörülen dünya nüfusunu beslemeye yetiyor.

 

Gelelim üçüncü paradoksa... O da biyoyakıtlarla ilgili...

 

Biyoyakıt; mısır, kolza, ayçiçeği, soya, aspir gibi bitkilerin yağ, nişasta ve selüloz gibi bileşenlerinin fermantasyon ve bir takım kimyasal reaksiyonlarla kısa zincirli metanol ve etanol gibi ürünlere dönüştürülmesi ile elde ediliyor.

 

Motorlu araçlarda bir tür yakıt olarak kullanılan biyoyakıt elde etmek için kullanılan bitkilerin üretimine ayrılan tarım arazileri haliyle gıda üretiminden çekiliyor. Böylece gıda üretim miktarı ve fiyatlarında istikrarsızlığa neden oluyor.

 

Dünya Bankası raporuna göre ülke ve yatırım şirketlerinin satın aldığı arazilerin yüzde 21'i biyoyakıt elde etmeye yönelik bitkisel üretime ayrılmış durumda.

 

Dünyadaki bitkisel hasadın yüzde 40'ı biyoyakıt ve hayvan yemi için kullanılıyor. Bu durum akıllara hemen şu soruyu getiriyor. Bir tarafta açlık ve gıdaya erişim sorunu 800 milyon insanı etkilerken tarımsal üretimde öncelik insanların gıda tüketimi mi yoksa ulaşım araçlarının yakıt tüketimi mi?

 

Bu soruya cevap vermesi gerekenler hem 'gıda güvenliği' vurgusu yaparak üretimin daha çok artmasını isterken aynı zamanda tarım arazilerini biyoyakıt elde etmek üzere üretime yönlendiren uluslararası şirketler ve bu zihniyeti destekleyen yönetimler.

 

Özetin özeti...

 

Küresel tarım politikaları ve gıda üretimini aslında toplumların kötü, bilinçsiz ve sorgulamadan beslenmesi oluşturuyor.

 

Mevcut tabloya baktığımızda insanoğlu hem kendine zarar veriyor hem de dünyanın sınırlı kaynaklarını vurdumduymaz bir şekilde tüketiyor.

 

Kısacası, bize emanet olarak bırakılan dünyayı mirasyedi mantığı ile yok etmeyi sürdürüyoruz.

 

O yüzden ortaya atılan kavramlar ve yaratılan algılar üzerinde bir daha düşünmekte fayda var.

 

İrfan Donat

 

Bloomberg HT Tarım Editörü

 

idonat@bloomberght.com

 

Advertisement