Advertisement

Pandemi süreciyle birlikte ülkelerin tarım ve gıdaya dair dış ticaret politikaları da değişime uğradı.

Bazı ülkeler arz güvenliği ve gıda enflasyonunu göz önüne alarak daha fazla ithalata yönelirken, bazıları da ihracat kısıtlaması, kota ya da ek gümrük vergileri gibi farklı yöntemleri kullanarak kendilerini güvenece altına almaya çalıştı ve çalışıyor.

Türkiye açısından baktığımızda her iki yöntemi de kullandığını görüyoruz.

Hem planlama sorunu hem de kuraklığın etkisiyle arz açığı olan ürünlerin ithalatı artarken, gıda enflasyonu riskine karşı içeride fiyatları kontrol altında tutmak adına dönem dönem bazı ürünlerde ihracat kısıtlamalarına da şahit olduk ve olmaya devam ediyoruz.

Türkiye’nin bu konuda uyguladığı bir başka “örtülü yöntem” ise ihracata giden ürünlere yönelik “analiz sıklığı ve yoğunluğunu artırmak”.

Bugünlerde bazı yaş meyve ve sebze ihracatçılarından benzer konuyla ilgili yeniden mesajlar almaya başladık.

Bilindiği üzere uzun süredir Türkiye’den Avrupa Birliği’ne (AB) ihraç edilen taze biber, nar, narenciye gibi ürünlerde yüzde 20 gibi bir oranda fiziki ve pestisit kontrolleri söz konusu.

Yaklaşık 10 yılı aşkın bir süredir bu uygulama devam ediyor.

Yakın zamanda alınan yeni bir karar ile başta biber olmak üzere AB’ye ihracat edilen bazı ürünler yüzde 100 analiz sıklığına tabi oldu.

Bu da ihracat tarafında herkesin kafasını karıştırmış ve moralini bozmuş durumda.

Ama onun da ötesinde ortada ciddi bir paradoks var.

O paradoksu daha iyi idrak etmek adına önce biber ihracatı özelinde bir kaç veriyi sizinle paylaşalım.

AB’ye 2018 yılında 39 bin 407 partide gerçekleştirilen 61.863.880 kg biber ihracatında 49 bildirim alınmış. Yani oransal olarak yüzde 0,012’ye tekabül ediyor. Bunu şöyle okumak da mümkün: 39 bin 407 konteyner mal arasında sadece 49’unda sorun tespit edilmiş.

2019 yılında ise 36 bin 905 partide gerçekleştirilen 51.081.108 kg biber ihracatında ise 48 bildirim alınmış. Oransal olarak yüzde 0,013.

2020 yılına gelindiğinde ise 47 bin 892 partide gerçekleştirilen 63.121.199 kg ihracatta 84 bildirim alınmış. Oransal olarak yüzde 0,02.

Ve bu yılın ilk 6 ayında ise 34 bin 327 partide gerçekleştirilen 64.871.072 kg ihracatta 122 bildirim alınmış. Oransal olarak yüzde 0,035’e denk geliyor.

Bu tablo karşısında ihracatçılar diyor ki: “AB’nin bir çok üretici ülkesinin dahi başaramadığı seviye olan yüzde 0,3 (Binde üç ) oranında bir ortalamaya sahibiz ancak limite çok yakın pestisit sorunlu ürünümüz bulunmaktadır. Buna rağmen ihracatçılar olarak bizlere teşekkür edilmesi gerekirken, başta biber olmak üzere AB’ye ihraç edilen bir çok ürün yüzde 100 analiz sıklığına tabi olmuş durumda.”

KONU SADECE BİBER, SORUN SADECE İHRACATA YÖNELİK DEĞİL

Şimdi gelelim paradoks meselesine…

Öncelikle şu notu düşelim…

Türk Gıda Kodeksine (TGK) göre yasak olan Chlorpyrifos, Omethoate, Fenveralate, Clothianidin, Carbendazim gibi etken maddeli kimyasallar hala zirai ilaç bayilerinde satılıyor ve üreticilerin kullanımına sunuluyor.

Diğer taraftan, yasal olan diğer kimyasallarda ise AB ile Türkiye’nin “Maksimum Kalıntı Limiti” (MRL) değer kriterlerinde ciddi bir fark var.

Daha net ifadeyle, Türkiye ile AB arasında ciddi bir MRL uyuşmazlığı söz konusu.

Bunu da bazı etken madde örnekleri ile somutlaştıralım.

Tebufenpyrad için Türk Gıda Kodeksinin (TGK) MRL değeri yüzde 0,5 iken AB’de bu oran yüzde 0,01

Pyridaben için TGK’nin MRL değeri yüzde 0,5 iken AB’de yüzde 0,3

Chlorpyriphos-methyl için TGK’nin MRL değeri yüzde 0,5 iken AB’de yüzde 0,01

Buprofezin için TGK’nin MRL değeri yüzde 2 iken AB’de yüzde 0,01

Etoxazole için TGK’nin MRL değeri yüzde 0,02 iken AB’de yüzde 0,01

Acrinathrin için TGK’nin MRL değeri yüzde 0,2 iken AB’de 0,02

Zaten AB bildirimlerinin önemli kısmı da yukarıdaki bu 6 etken madde kaynaklı.

Bunlara ek olarak edindiğim bilgilere göre, Formatanate, Methomyl, Omethoate, Fenamiphos, Tau-fluvalinate, Pirimiphos-methyl, Malathion, Dimethoate ise kimyasallar ise genel olarak tavsiye edilmeyen riskli etken maddeler olarak piyasada yer alıyor.

PARADOKS

Konuya sadece biber ihracatı diye bakmayın.

Mesele, bizim bu ülkenin vatandaşları olarak iç piyasada tükettiğimiz ürünlerin kalitesiyle doğrudan ilgili.

İşte paradoks tam da burada...

Bir tarafta AB’ye ihraç edilen ürünlere yönelik analiz sıklığı artırılırken, öte tarafta bizlerin tükettiği ürünlerin MRL değerleri AB’nin çok çok üzerinde ve aynı hassasiyet söz konusu değil.

Avrupalı tüketici daha düşük MRL değerlere sahip gıda ürünleri tüketirken, biz daha yüksek değerde kimyasal kalıntılı ürün tüketiyoruz.

İç piyasa için farklı, dış pazar için farklı bir MRL değerini tüketici olarak kabul etmek mümkün mü?

AB’ye yapılan ihracat yüzde 100 analize tabi iken iç piyasada neden değerler daha esnek ve denetimler daha seyrek?

Bizim sağlığımız Avrupalının sağlığından daha az kıymetli değildir diye düşünmek istiyoruz.

O yüzden meyve, sebze konusunda Türk Gıda Kodeksinin AB ile uyumsuz olan Maksimum Kalıntı Limiti (MRL) değerleri acilen uyumlu hale getirilmek zorundadır

Madem “Yeşil Mutabakat” konusunu her manada konuşuyoruz, alın size bir fırsat.

AB, 2030 yılına kadar pestisit kullanımını yüzde 50 oranında azaltmayı hedefliyor. Türkiye de bu konuda AB’deki politikalara benzer bir politika izleyeceğini eylem planında açıkladı ama artık bunun altının doldurulması lazım.

O zaman işe en sondan başlamak yerine en baştan başlamak gerek.

İşin tarlada, bağda, bahçe ve seralarda başlayan üretim kısmında AB’ye uyumlu olarak MRL değerlerin yeniden belirlenmesi, standartların net şekilde ortaya konulması ve bunun da ötesinde alınan kararların uygulanarak etkin denetimlerle arkasında durulması gerekiyor.

Yasak olmasına rağmen satışı devam eden kimyasalların bayi ve üretici kontrolleri yapılarak yaptırım uygulanması, bu sorunu kaynağından çözmek adına elzemdir.

Pestisit kullanımını azaltmak adına alternatif biyolojik mücadele yöntemlerine daha fazla ağırlık vermek zorundayız.

Eğer bu adımlar atılırsa gıda güvenliği adına önemli bir kazanım da elde edilmiş olur.

İhracat tarafına geri dönersek…

AB,yönetmelik gereği 6 ay herhangi bir üründe pestisit tespit etmemesi halinde sistemden otomatik olarak o ülkeyi çıkarıyor.

Eğer Türkiye, ev ödevini yerine getirirse bu sadece iç tüketim açısından değil dış pazarda da elimizi kuvvetlendirecek ve bizim güven ve prestijimizi de artıracaktır.

Konuştuğumuz ihracatçılar üç aşağı beş yukarı benzer şeyleri söylüyor.

Çözümün başlangıcının üretim kısmında olduğu konusunda herkes hem fikir.

ANALİZ MALİYETİNDE 10 KAT FARK

Bu arada ihracatçılar mevcut rekabet şartlarında laboratuvar maliyetlerinden de oldukça şikayetçi.

Akredite laboratuvar maliyetlerinin 150-200 TL bandında olduğu bir ortamda, Bakanlığın ihracatçılara 1.800-2.000 TL arasında içeriği belirsiz olan bir maliyet yükü çıkarmasına anlam veremeyen ihracatçılar, bunun çok ağır bir yük olduğunun altını çiziyorlar.

Bunun yanısıra her ne kadar numune alma işi 3 saat gibi gözükse de diğer prosedürlerle birlikte analizlerin başlangıç-bitiş süresi 2 günü bulabiliyor. Raf ömrü kısa olan yaş meyve ve sebze ürünleri için bu süre oldukça uzun.

Konunun bir çok alt başlığı olduğu için biraz dağıldığının farkındayız.

Özetin özeti...

Mesele biber özelinde bir ihracat sorunu gibi gözükse de aslında tüm tarım ürünlerine bakış açımızı gösteriyor.

Gelecek nesillerin sağlığı açısından bu konuyu önemsiyoruz.

İrfan Donat - Bloomberg HT Tarım Editörü

idonat@bloomberght.com