Advertisement

Bugün Öğretmenler Günü. Öğretmenlerin sorunlarını yakından takip etmeye çalışıyorum. Geçim derdinde olan öğretmenin, sınıfta akıllı tahta veya tablet bilgisayarla ders vermesinin yararına inanmıyorum. Olsa olsa uzaktan verilen ders esnasında, “sınıf mümessili” olarak çocukların yaramazlık yapmalarını engellemeye çalışacaktır. Ben bu yazımda eğitim sisteminin can damarlarından olan yükseköğretimle ilgili bir konuyu, YÖK’ün hazırladığı yeni kanun taslağını ele almak istiyorum Önceden belirtmemde yarar var.

Çocuklarını vakıf üniversitesinde okutan bir baba, bir üniversitede seçmeli ders veren yarızamanlı öğretim görevlisi olarak yazıyorum. Üniversite eğitimi üzerinde en çok tartışılan konulardan birisidir. Aileler çocuğunun yüksek eğitim alıp, iyi bir meslek edinmesi için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdır. 70’li yıllarda yaşanan kırdan kente göçün bence iki ana nedeni var; birincisi topraktan geçinmenin zorlukları ve şehirde iş bulma umudu. İkincisi de çocukların daha iyi eğitim alabileceğine olan inanç.

EĞİTİMDEN BEKLENEN NEDİR?
Buna karşılık özellikle 12 Eylül darbesinden sonraki dönemde üniversitelerimizin yaşadıkları ve bugün gelinen aşama çağdaş bir eğitim ve araştırma yapısı olmaktan çok uzaktır. Bana göre eğitim; sorgulamayı ve araştırmayı bilen insan yetiştirmektir. Tanrı’ya inanç dışındaki her şeyi sorgulamayı beceremeyen, “O söylüyorsa, bu yazıyorsa doğrudur” diyerek inanan insanların çoğunlukta olduğu toplumlar; geri kalmaya, başkaları tarafından yönetilmeye mahkûmdur. Eğitim sistemini çağdaşlaştıramayan, araştırmaya ve üretime yönlendiremeyen bir ülkenin geleceği tartışmalıdır. Dolayısıyla çağdaş, katma değer üretebilen eğitim sistemi bir ülkenin geleceğidir.

TASLAKTAKİ SORUNLAR
Taslağa bu açıdan bakınca bazı konular öne çıkıyor. İlk sorun, taslağın hazırlanması sürecine üniversitelerin yeterli katkı sunamaması. Belki “Şimdi kamuoyunda tartışılıyor ya” denebilir. Ancak baştan ortak aklın aranması sürecindeki eksiklik olmasaydı daha yararlı olacaktı. Medya kuruluşlarını bilgilendirmekten çekinmeyen yönetimin, yasanın öğrencileri dört veya altı sene, akademiyayı ise 30-35 sene etkileyeceğini unutmaması gerekir.

İkinci konu, vakıf üniversitesi tanımından sonra yeni bir yapının, “özel üniversite” tanımının taslakta yer almasıdır. Yürürlükte olan Anayasa değiştirilmezse, Türkiye’de, kâr amacı güden özel üniversite açılması mümkün değil. Olmamalıdır da. Çünkü gelir elde etmek için sermaye koyanların, eğitimin ülke kalkınmasına değil kendilerine sağlayacağı katkısını düşünecekleri kesindir. Her şeyimizle Amerika’ya benzemenin hiç yararı yok Üçüncüsü, yeni taslağın bu konuda da ikircikli bir yapıda olması. Bir taraftan “ticari” bir yaklaşım önerirken yönetime atamaları, adı değiştirilen merkezi yapıya bırakıyor.

Bu merkezi yapının seçimini de Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanı, TBMM ve Rektörler Kurulu yapacak. Sanki biraz daha demokratik bir yapı öngörülüyor. Ama seçimlerde yine siyasiler akademisyenlerden daha etkin. Şimdiki hastalıklı merkezi yapı devam ettiriliyor. Bu yaklaşım, gençleri emanet ettiğimiz hocalara, kendilerini yönetecekleri seçmeleri konusunda güven duyulmadığı izlenimini veriyor. Dördüncüsü ise, taslağın akademisyenlerin özlük haklarına yönelik reformist bir yaklaşımdan çok uzak olması.

Çözümü okul yönetimlerine bırakmakta yarar var. Üretimin içinde olan üniversitelerin projelerle para kazanmalarının ve kazanılanın adil paylaşımın önünü açmanın yararına inanıyorum. Diğer sorunları ileride tartışmak üzere şu soruyu sorayım: Bir sorunlu yapıyı değiştirmek adına yola çıkıp yenisini yaratmanın gereği var mı?