Advertisement

Avrupa, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük borç sorununu yaşıyor. O dönemde çözüm Marshall Yardımı’yla, ABD’nin katkısıyla bulunmuştu.
Ancak, şimdi Amerika’nın yardım edecek durumu yok. Kendi bütçe açıkları trilyon dolarla ifade ediliyor. ABD Kongresi gelecek mart ayında borçlanma limitini yükseltmezse kıyamet senaryoları yazanlar bile var.

AVRUPA’NIN SORUNU
Şimdilik öncelikli sorun Yunanistan, İrlanda ve Portekiz başta olmak üzere, ülkelerdeki kamu borçlarının çevrilmesi. Bu bağlamda, ihaleler iyi gidince sorun yokmuş algılaması yayılıyor. Ancak olaya biraz yakından bakınca, borçlanma vadelerinin Avrupa standartlarına göre oldukça düştüğü görülüyor. Sorun ötelenmeye, zaman kazanılmaya çalışılıyor.
Ama nereye kadar?
Aslında borç sorununun çok fazla üzerinde durulmayan bir yanı daha var. Küresel Kriz Avrupa’yı kasıp kavururken, banka kurtarmaları için verilen geniş kapsamlı koşullu garantilerin bazılarının ödenmesi gerekebilir. Ancak yükün ne kadar olacağı konusunda kimsenin net bir bilgisi yok.
Yanı sıra sosyal güvenlik sistemlerinin açıkları da her geçen gün ülkelerin bütçelerine daha fazla yük oluyor. Gittikçe yaşlanan nüfusun yarattığı baskıya bir de emeklilik fonlarının gelir kayıpları da eklendi. Sistemin açığı, altından kolay kalkılamayacak duruma doğru ilerliyor.

AVRUPA KURTARMA FONU (AKF) ÇÖZÜM MÜ?
Sorunları farkında olan AB liderleri AKF üzerinde ortak bir yaklaşım geliştirmeye çalışıyor. Ancak toplantıda ortak bir anlayış yok. AB’nin iki lokomotif ülkesi, Almanya ve Fransa toplantıya bir planla geldiler.
Ben her zaman bu uluslararası diplomasideki toplantı lisanına ilgiyle bakarım. Toplantılarda önünüze bir belge gelir. Bir bakarsınız başlıklar ve özet harika. Tam bize göre dersiniz. Bu toplantıdakinin adı “Rekabet Planı”. Ne güzel değil mi? Kapitalist bir ekonomik birliktelikte “rekabet” kavramına kim karşı çıkabilir?
Ama gelin görün ki içerik, her zamanki gibi, derdi olan ülkelerin sorunlarını çözmekten çok uzak olur. Almanya ve Fransa’nın planı da böyle.
Altı maddelik planın başlıkları şöyle:
İlk başlık kamu borç limitlerinin ulusal kanunlara girmesi. Bizim bir zamanlar üzerinde çok tartıştığımız, sonra da vazgeçilen “Mali Kural”ın bir türünden bahsediliyor.
İkinci konu oldukça önemli. Nüfus yapısına göre daha yüksek emeklilik yaşı uygulaması. Bu yukarıda değindiğim sosyal güvenlikte ortaya çıkan demografik ve finansal sorunların çözümüne yönelik bir konu. Daha önemlisi Avrupa emek piyasalarının geleceğini belirleyecek bir başlık. Bizim de, Türkiye’nin gelecek dönemi açısından çok dikkatle izlememizde yarar var.
Emek piyasaları açısından diğer önemli konu, ücretlerin enflasyona endekslenmesinin yasaklanması önerisi. İlk bakışta çok ters bir öneri. Çünkü sosyal devletin ve güçlü sendikacılığın beşiği Avrupa’nın bu tür bir uygulamaya geçmesi kolay görünmüyor. Eğer uygulanırsa, AB pazarına mal ihraç etmeye çalışan bizim gibi ülkelerin kendi emek piyasalarındaki uygulamaları gözden geçirmeleri bir zorunluluk olacak. Rekabet ve ihracat şartları nedeniyle kendi ülkemizdeki ücret politikalarını değiştirmek durumunda kalabiliriz.
Tek tip bankacılık krizi çözüm mekanizmaları önerisi Euro Bölgesi ülkeleri için kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görünüyor. Bunun arkasında da koşullu garantiler sorunu var. Hangi şartlarda, ne tür garantiler verileceği konusunda ortak bir anlayış geliştirilmeye çalışılıyor. Fransa ve Almanya her ülkenin bonkör bir şekilde verdiği garantileri ödemek istemiyor.
Ancak minimum kurumlar vergisi uygulaması, bizi artık sözün bittiği yere getiriyor. Anlaşılan o ki, artık AB üyesi olabilmek için ülke parlamentoları, egemenlik haklarının büyük bir bölümünden daha taviz vermek durumunda kalacaklar.
Bunca zorluğu içeren müzakerelerin sonuçları, hem Avrupa hem de Türkiye’nin AB üyeliğinin geleceği açısından çok önemli.