21. yüzyıl zorlu bir yüzyıl. Daha 1990'lı yılların ikinci yarısında bu yüzyılın iş hayatı açısından zor bir yüzyıl olacağı konuşuluyordu. Düşük kâr marjları, ileri teknoloji üretebilme kabiliyeti, tüketicilerin beklentilerindeki büyük değişim, bu büyük dönüşümün finansmanı temel konulardı. Türkiye, bu temel konuların tümüne ciddi anlamda hazırlıksız olarak yakalandı. 1990'lı yılların bütününü, hiç strateji üretmeden, hiç bu konulara odaklanmadan geçirdik ve bu ciddi ihmalkârlık yetmezmiş gibi, Türk ekonomisi bir de 2001 Krizi'ni yaşadı.
2001 Krizi sonrası, makro ekonomik dönüşüm çok hızlı ve çok sert gerçekleşti. Türkiye'deki tüm şirketler, holdingler, firmalar, KOBİ'ler kendilerini bir anda düşük enflasyon ve artan bir küresel rekabet ortamında buldular. Oysa, 1990'lı yılların sonlarında bile, firmalar için "stoktan para kazanmak", "yüksek enflasyondan para kazanmak", "yüksek kârla kolay para kazanmak" doğal bir süreçti. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın 2003'ten itibaren hızlandırdığı "Enflasyon Hedeflemesi Modeli"ne geçiş süreci ve "Dalgalı Kur Rejimi" Türk işletmelerini hazırlıksız yakaladı. Firmalar, şirketler, 10 yıl içerisinde zorlu bir yeniden yapılanma ve kurumsallaşma sürecinden geçtiler ve düşük kâr marjlarıyla ayakta durmaya çalıştılar.
İŞLER BÜYÜDÜ ANCAK KÂR MARJLARI MUTLU ETMİYOR
Reel sektörün genel yapısına baktığımızda, söz konusu dönüşüm sürecini başarıyla tamamlayanlar olduğu gibi, iki, üç nesildir aynı sektörde faaliyet gösteren aileler sektör değiştirmek zorunda kaldı. 2004-2008 döneminde TL'deki değerlenme süreci, maliyet enflasyonunun baskın olduğu dönemde, firmaları yerli hammadde ve yerli yatırım malı yerine, ithal hammadde ve ithal yatırım malıyla çalışmaya zorladı. Çin ve benzer gelişmekte olan ülkelerin küresel rekabette oluşturdukları fiyat baskısı, Türk şirketleri için düşük kâr marjıyla ayakta durma mücadelesini gelenekselleştirdi.
Bu nedenle şirketlerimizin, firmalarımızın bugün ulaştıkları üretim kapasiteleri geçtiğimiz 10 yıla göre takdir edilecek noktalara ulaşmış olmasına rağmen, firmalarımız düşük kâr marjıyla ayakta kalma mücadelesi nedeniyle mutsuzlar. 2010 ve 2011 yıllarında Euro krizinin çözüleceği umuduyla, iç talebe dayalı olarak büyümesi programlanan Türkiye, dönemin sonunda Euro krizinin daha da derinleştiğine şahit oldu ve cari açığını kendi elleriyle yüksek risk noktasına getirdi. O noktada devreye giren "yumuşak iniş" programıyla, Türkiye'yi yeniden iç talebe dayalı büyümeden, ihracata dayalı büyüme sürecine geri getirdik. Bu nedenle, firmalar yeniden düşük kâr marjına geri döndüler.
YUMUŞAK İNİŞ SÜRECİ KADEMELİ OLARAK BİTİYOR
Uygulanan programın adı "yumuşak iniş" olsa da, aslında ekonomi yönetiminin 1.5 senede makro dengeleri toparlama girişimi, sert tabiatlı bir süreç oldu. Bu nedenle, reel sektörde kapasite kullanım oranının da, mevsimsel etkilerden arındırılmış olarak 4 puan gerilediğini gözlemledik.
Bu durumda, 2012 yılında yüzde 2.7 ile 2.9 arasında büyüdüğü tahmin edilen Türk ekonomisinin, 2013 yılında yüzde 4 ile 4.3 aralığında büyümesi adına reel sektörün önü elbette ki açılacak. Ama, ekonomiyi hızlandıracağız diye, kredi hacmini ve iç talebi gereğinden fazla canlandırırsak, son 1.5 yılda elde edilen sonuçları 9 ayda kaybederiz. Onun için "dengeli büyümeye" devam.