Advertisement

Kurumları kuruyoruz. Görev ve yetkilerini belirliyoruz. Nasıl çalışacaklarını tespit ediyoruz. Ekonomik birimler, kurulan kurumlara itibar ediyor. Herkes beklentilerini kurumların kâğıt üzerinde belirtilen kurallar çerçevesinde çalışacağı inancıyla belirliyor. Daha sonra bu kurumları işimize geldiği gibi çalıştırıp hem kurumların itibarını zedeliyoruz, hem de ekonomik birimlerin beklentilerinin bozulmasına yol açıyoruz.

1930 yılında çıkan Merkez Bankası yasası, zamanının en ileri merkez bankalarından birini oluşturdu. Enflasyon yaratmaktan korkan zamanın hükümeti, Merkez Bankası’nın tam bağımsız olmasını hedefledi. O kadar ki, 1930 yılında çıkan Merkez Bankası yasasında devlete kredi verilmesinden hiç söz edilmez. Hükümeti para politikasının dışına itebilmek için Hazine’nin Merkez Bankası’ndaki ortaklık payının yüzde 15’i geçemeyeceği dahi yasada hükme bağlandı.

Merkez Bankası, herhalde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurduğu ilk bağımsız kurumdu. Zaman içinde Merkez Bankası yasasıyla defalarca oynadık. Yetmedi, 1970 yılında Merkez Bankası yasasını yeniden yazıp Hazine’nin ortaklık payının yüzde 51’den aşağı olamayacağını hükme bağlayarak ilk kurulan bağımsız kurumu yok ettik. Doğal olarak tarihimizin en uzun ve en yüksek enflasyonunu da bu dönemden sonra yaşadık. 2001 yılında duvara çarptıktan sonra, yurtdışından gelen zorlamalarla birlikte yeniden bağımsız bir merkez bankası oluşturmaya çalıştık. Şimdi yaklaşımlarımızla o reformu da yozlaştırma çabasındayız.

BDDK

2000’li yıllarda başka bağımsız kurumlar da kuruldu. Bunlardan en önemlilerinden biri Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) idi. Bu şekilde, bankacılığın gözetim ve denetimi hükümetin egemenliğinden çıkarılıp hükümetten bağımsız teknik bir kuruma verildi. Aynı dönemde bankacılık sektöründe uygulamaya koyulan bir dizi reformlarla birlikte bankacılık sektörü gelişti, itibar kazandı ve yurtdışı yatırımcıların gözbebeği oldu. Yalnızca 2007 takvim yılında finans ve sigortacılık sektörüne gelen doğrudan yabancı sermaye miktarı 11.7 milyar dolar (tüm yılda Türkiye ekonomisine giren doğrudan yabancı sermayenin yarısından fazla) oldu. Geçen yıl Türkiye’ye gelen toplam brüt doğrudan yabancı sermayenin 12.9 milyar dolar olduğu hatırlanırsa, rakamın büyüklüğü daha iyi anlaşılır.

Bu büyüklükleri Türkiye ekonomisi, BDDK gibi bir kurumu kurup ciddi bir biçimde işlettiği için yakalayabilmişti. Şimdi bu kurumu da yıpratıyoruz. Yasasını henüz değiştirmedik, ama yasasını değiştirmeden BDDK’nın itibarını zedeleme aşamasındayız. Cumhurbaşkanı bir bankanın battığını kamuoyuna ilan ediyor. BDDK sessiz kalıyor. Banka gerçekten battıysa, BDDK görevini yapmıyor demektir. BDDK’ya göre bankanın faaliyet göstermesinde bir sakınca yoksa, Cumhurbaşkanı yanlış bilgilendiriliyor demektir. Kim haklıdır, bilemeyiz. Ama son dönemde bir bankanın battı mı, batmadı mı tartışmasının BDDK’yı yıprattığı çok açık.

POTANSİYEL SINIRLANIYOR

Yasasına göre bağımsız, işleyişinde ise siyasi iradeye bağlı kamu kurumları aslında çok tehlikeli. Yasasına göre sorumluluk bu kurumlarda, ama karar mercii siyaset katı olunca, bu kurumlar doğal olarak görevlerini yapamaz duruma düşüp ekonomik birimler gözünde itibarlarını yitiriyorlar. Bağımsız görünmeleri, bağımlı olmalarından daha kötü oluyor. Bunu mu arzuluyoruz?

İstenen ne olursa olsun, kâğıt üzerinde doğru dürüst kurduğumuz kurumları zaman içinde yıpratarak aslında kendimize zarar veriyoruz. Beklentileri bozuyoruz. Ekonominin büyüme potansiyelini sınırlıyoruz. Yapısal sorunlarımızın en önemlilerinden biri olarak kurumsallaşamama öne çıkıyor.