Advertisement

Akademisyen kimliğinde olmanın en acı tarafı nedir bilir misiniz? Nereye giderseniz gidin, "Hocam konunun teorik tarafını anlattı, şimdi ben de gerçek hayattan örnekler vereceğim" şeklinde konuşan bir insanla karşılaşırsınız. Sanki sabahları bizleri kabin basıncı olan araçlarla alıyorlar ve itinayla üniversitedeki odaya yerleştiriyorlar. Evdeki gibi burada da kapı pencere yok. Akşam da aynı metodla eve götürüyorlar. Evde de sadece Tom & Jerry seyrediyoruz. Güldüğünüzü görür gibiyim. Bu tip
konuşmaları yapan kişileri belli belirsiz bir tebessümle takip ederim hep. "Acaba sonunda veciz birşey söyleyecek mi?" diye. Genelde beklentim boşa çıkar.

Spor ile ilgili yazı yazmaya başladığımda açıkçası içimde bazı çekinceler yok değildi. Yukarıda bahsettiğim tarzdaki insanlarla mücadele etmek kolaydı da, "aman kimseye ters birşey yazma" diyenler ve alıngan kulüp yöneticilerine nasıl laf anlatacağımı tam kestiremedim. Formula 1 veya basketbol yazarken iş kolay da, konu futbol olunca herkes aslan kesiliyor. Bundan başka, her gün her saat yapılan "en son kim attı" yada "şu hakemi atadılarsa bir bit yeneği var" şeklinde yazı yazmak ne bana ne de bloomberght'ye uymazdı. Spor ekonomisi derken "sahada gözükmeyen futbolcuların araç parkı" şeklinde magazinel şeyler de yazamazdık. Herkesin kendine maddi yada manevi zarar verme özgürlüğü var. Çalıştıkları müesseseye zarar vermemeleri de yöneticilerin sorumluluğudur.

En iyisi, dünyada ve Türkiye'de sporun ne kadar kaynak kullandığı, bu kaynakların nereye gittiği, doğru kullanılıp kullanılmadığı üzerine araştırmalar yapmak ve sizlerle paylaşmaktı. Biz de bu yolu seçtik. Tabii, yazdıklarımıza alınanlar da oldu. Yani Yunanistan ve Portekiz'in yaptığı hatalardan bahsetmek iyi de, mantıksız transerlerle kaynakları savuran spor kulüplerinden bahsetmeyecek miyiz? Kim ne derse desin bahsedeceğiz. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Galatasaray- Fenerbahçe Derbisi'nin her iki tarafı alakalı da böyle yapacağım.

Bir derbi yazısı yazarken, 1909 yılından beri oynanan maçları, kimin kaç gol attığını veya en çok forma giyenleri internetten rahatlıkla bulmak mümkün. Ancak işin sosyo-ekonomik boyutunu yazmak o kadar kolay değil. Mesela bazı Fenerbahçelilerin "biz şu fast food dükkanına ve şu benzinciye gitmeyiz, çünkü renleri bize uymaz" demeleri hep dikkatimi çekmiştir. İşin ilginç tarafı bahsedilen markalara hayatında bir kere uğramamış insan yok gibi. Ancak ezeli rekabetin dozu öyle boyutlarda ki, serbest atışta sınır tanımıyor kimse.

Her iki kulüp arasındaki "taraftar mağazacılığı" derbisinde Fenerbahçe ciddi bir farkla önde gidiyor. Forma satışları bir kenara, Fenerium Markasıyla 50 milyon TL'lik ciroyu yakalayan Fenerbahçe, ezeli rakibine 20 milyon TL fark atıyor. Neden forma satış rakamlarını kenara koyduğumu izah edeyim: Forma satış rakamlarını her iki kulup de anlamsız bir şekilde net olarak söylemiyor. Benim 2009 yılında yaptığım bir araştırmaya göre Fenerbahçe'nin forma satışı 300.000'leri bulmuş, Galatasaray ise 200.000 formanın biraz üzerindeydi. Ancak Markalı Formaların maliyetinin yükselkiği sebebiye, Aziz YILDIRIM'ın yaptığı FENERİUM hamlesi, iki kulüp arasındaki gelir savaşının seyrini br anda değiştiriverdi. Fenerbahçe'nin bu atağı karşısında, GS
Store'ların düşük performansından Başkan POLAT bana bile yakınmıştı. Kendisi
de hatırlar.

Sadece bu gelişmeler bile, Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin daha derin analizlere tabi tutulması gerektiğini ortaya çıkarıyor. Fenerbahçe, Türkiye'nin ve dünyanın son 15 yıldır nereye gittiğini anlamış gözüküyor. Ekonomik anlamda attığı adımlar bunu gösteriyor. Ancak aynı basireti kurumsallık düzeyinde gösteremiyor. Başkan YILDIRIM da dahil olmak üzere, yöneticilerin artık SüperLig şampiyonu olmanın amaç değil araç olarak gördükleri ortada. "Cimbomu yenelim, şampiyon olmasak da olur" söylemi gitmiş. Daha beteri gelmiş: "Hem Cimbom'u yenelim hem de şampiyon olalım". Ancak sabırları tükenmiş gibi. Avrupa'ya gitmek ve Fenerbahçe'yi Avrupa'nın zengin kulüpleri arasında sokmak için elden ne geliyorsa yapıyorlar. Ancak aceleci ve asabi tavırları toplumda alerji yaratıyor. Bu iyi bir şey değil.

Galatasaray'ın ise acelesi yok gibi. 2000 yılında kazandığı UEFA Kupası'nın şöhretini paraya tahvil etmemiş, ardından Real Madrid'i yenerek kazandığı Süper Kupa'nın önemini taraftarına anlatma gereği bile duymamış olduğu için, bugünkü durumu normal karşılamak lazım. Galatasaray, ezeli rakibinden farklı olarak akademik bir kültüre dayalıdır. Bu nedenle rakipler hedeflere ulaşmak için çalışırken, uzun süre bekledikten sonra ortaya çıkar, çıtayı öyle bir yere koyar ki, kendi bile tekrar yetişmekte zorlanır. Buna rağmen, Kulübün her zaman şöyle bir inancı vardır: "Gerekli şartlar oluşursa, yine en iyisini biz yaparız". 16 sene şampiyon olamayıp, üst üste 4 kere şampiyon olmak, ezeli rakibinden önce 3 yıldızı takmak, UEFA Kupası, Süper Kupa gibi örnekler bu rehaveti oluşturan gelişmelerdir.

Bu ayrıntılar, her iki camianın da birbirine hiç benzemediğini gösteriyor. Galatasaray bir devlete benzer. Devletin Anayasal Kurumları olduğu gibi, Galatasaray'ın da değişmeyecek kontrol noktaları vardır. İngilizce de buna "checks and balances" denir. Yani güçler ayrılığı. Galatasaray demokrasidir, ketumiyettir, yeri geldiğinde yenilik, yeri geldiğinde ise kökleri korumaktır. Başkan her istediğini dilediği gibi yapamaz, yaptırmazlar. Kulüp kimsenin vesayetini de kabul etmez. Kulüp ölümsüzdür, fanilerden talimat almaz.

Fenerbahçe ise, tektir bütündür. Bu bütün liderin altında idare edilir. Beraber nefes alınır ve verilir. Bu ritme uymayan, izinsiz konuşan veya ana stratejiye uymayan taktikler uygulayan yönetici bir anda düz üye oluverir. Büyük bir kulüptür. Rahmetli İslam ÇUPİ'nin dediği gibi: "Adı konamaz". Her Fenerbahçeli, konu kulübü olduğu zaman başka bir gözlük takar, dünyanın kalan tarafını ötekileştirir. Belki de Fenerbahçe'nin bu denli büyük ve bu denli yanlız olmasının sebebi de budur. Yalnizlık hissi çoğu zaman camiayı hırçın bir ruh haline sokmaktadır.

Pek ortada konuşulmasa da, Başkan Aziz YILDIRIM'ın da büyük desteğiyle Süperlig'in naklen yayın gelirlerinin 360 milyon dolara yükselmesi, dengeleri değiştirdi diyebiliriz. Eğer Fenerbahçe Şampiyon olsaydı 44 milyon dolarlık naklen yayın gelirine sahip olacaktı. Ancak olmadı. Dolayısıyla naklen yayın geliri Galatasaray ile birlikte 30 milyon dolara yakın oldu. Eğer Fenerbahçe şampiyon, Galatasaray ise ikinci olsaydı gelirleri sırasıyla 44 ve 42 milyon dolar olacaktı. Ezeli rekabetin çekiciliği sayesinde yükselen naklen yayın gelirlerini, sezon sonunda diğer takımlar paylaştı desek yanlış olmaz.

Demek ki, her iki tarafın da bilmesi gereken gerçek şu: Ne GS ne de FB'nin mali ve idari açıdan kötü duruma düşmesi diğerini sevindirmemeli. Çünkü her ikisinin dünya çapında meşhur olmuş rekabeti sayesinde hem kendileri hem de diğer kulüpler para kazanıyor. Her ne kadar GS-FB derbisini dünyada sadece iki kanal satın alsa da, her iki kulübün milyar TL'lere ulaşmış ekonomileri için sürekli rekabet şart. Bu nedenle Galatasaray'ın üst üste 18 maçtan galip ayrılamamış olması, Fenerbahçe taraftarını sevindirse de şunu da göz önüne almalılar:

Galatasaray'ın son 3 yılda sürekli başşağıya gitmesi ile aynı dönemde Fenerbahçe Kulübünün Avrupa Para Ligi'nde süratle aşağıya düşüşü sadece bir rastlantı mıdır? Son üç yılda SüperLig Kulüplerinin toplam varlıklarının çok üzerinde borç yükünün altına girmesi bir başka rastlantı mıdır? Bana göre değildir. Galatasaray ve Fenerbahçe, ezeli rekabeti ne kadar birbirlerine yakın, ne kadar kaliteli, ne kadar değer yaratan bir şekilde götürürlerse hem kendileri hem de Türk Futbolu için fayda yaratacaklardır.

İsterseniz derbi maçı öncesinde yapılan diğer serbest atışlara da bir göz atalım: "Acaba Galatasaray seyircisi maçı sabote eder mi ?". Bu sorunun cevabını sadece tarihe bakarak da vermek mümkün. 1934 yılında oynanan bir GS-FB derbisinde mac yarıda kalmış. Ancak seyirciler yüzünden değil, oyuncuların sertligi yüzünden. Bir başka açıdan bakarsak, kombine kartlarını minimum bir buçuk sezon için satın almış olanların, kendilerine hakim olamayip kulubü seyircisiz maç oynama cezası aldıracağına pek inanasım gelmiyor. Üçüncü binyılda Türk insanının daha rasyonel hale geldigini görüyoruz. Stadlar güzelleştikçe futbol terörü de azalacak gibi gözüküyor. Daha önce Türkiye'deki statlar ile ilgili yazdığım yazıyı okumuş olanlar,
kırık dökük koltuklar, pis tuvaletler ve yağmur ya da kardan dolayı sırılsıklam olan bedenler birleşince neler olabileceği konusundaki sözlerimi de hatırlarlar. Ne kadar konfor o kadar az stat anarşisi. Takımı şampiyon olamadı diye koltuk kıran ya da yangın çıkaran insanlara artık garip bir gözle bakılıyor. Belki de bedava biletle değil, para verip girse o da yapmayacak. Ancak stat görevlileri yada yöneticiler o kişilere göz yumuyor. Neyse biz konumuza dönelim.

Derbileri güzel kılan şey nedir? Yukarıda Galatasaray ve Fenerbahçe ile başladığımız için öyle devam edelim. İştirakleri halka açık olan bu iki kulübün 1909 yılında başlayan mücadelesi 1980'lere kadar "ezeli rekabet" parantezinde, renklerin mücadelesi seklinde geçerdi. Bundan da eğlenceli olanı, transfer sezonu geldiginde akıl almaz operasyonlarla futbolcu kaçırmalarıydı. Birinin almak istediğini futbolcuyu bir diğeri tatil beldelerine kaçırır, o zamanlar cep telefonu da olmadığı için yeri tespit
edilemezdi. Taksiciler sayesinde bir kulübe anlaşma imzalamaya giderken kendini diğer kulübün binasında bulanlar bile olmuştur. GS-FB derbisinin güzelliği, dünyadaki diğer derbilere benzeyen bir tarafi olmamasından kaynaklanır.

Mesela, ölüm kalım derbileri arasında birinci sırada olan RANGERS-CELTIC derbisi aynı zamanda katolik-prostestan derbisidir. Tarihte bir takımdan diğerine transfer olan futbolcularının evinin yakıldığı bilinir. Diğer taraftan BOCA JUNIORS ve RIVER PLATE derbisi "öz Arjantinliler ve İtalyan asıllılar" derbisidir. Her iki takım taraftarları da kendilerine ait mezarlıklara gömülüyorlar. En ufak yanlışlığa bile fırsat verilmiyor. Roma derbisi olarak adlandırılan LAZIO-ROMA maçı da faşistler ve demokratlar
arasındaki çekişmenin sportif yansıması olarak bilinir. Bir taraf Mussolini'nin torunları diğer taraf ise parlamenter rejimin sanuvucusu olarak tanınır. Eski Doğu Blokunda ise Dinamo, Lokomotif gibi iş kolları arasındaki mücadelelerin yani sıra, Spartaküs'ten esinlenerek Spartak ismini alan, kafası bozulunca asker ve polislerin oynadığı takımlara sahayı dar eden kulüpler vardı. Ne yazık ki bu mücadelelerin şanlı tarihini kapalı rejimler nedeniyle takip edemedik.

Tabii derbi deyince insanın aklına aynı şehirdeki iki takım geliyor. Ancak yukarıda saydıklarımın hiçbiri Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin ilginçliğinin yanından bile geçemez. Ne din, ne dil ne de ırk ayrımı yok. Sınıf ve siyasi görüş ayrılığı yok. Sadece İstanbul ile de sınırlı kalmıyor. Neredeyse tüm Türkiye olaya dahil oluyor. Kavgada bile söylenmeyecek her şey bu derbide söyleniyor. Dünyada aynı evde yaşayan Celtic ve Rangers taraftarı bulamazsınız ama Türkiye'de rahatlıkla GS-FB rekabeti evlere kadar uzanır.

Her iki kulübün Çanakkale Savaşında verdiği şehitler vardır. Hatta Galatasaray Lisesi şehitleri ölümsüzleştirilmiştir. Her iki kulübün sporcularından Milli Mücadeleye katılanlar, şehit düşenler, gazi olanlar ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda görev alan üyeler vardır.

Rekabetin özü, din, dil, ırk veya ideolojiye değil, her iki kulübün kuruluş felsefesi ve dünyaya bakış açılarıyla ilgilidir. Böyle kaldığı sürece de, ezeli rekabet sonsuzluğa doğru mutlaka devam edecektir.